Geçenlerde dar-ı bekâya irtihal eden Suriyeli âlim Muhammed Ali es-Sabuni’nin vefatı, diğer bir Suriyeli âlim olan ve 2013 yılında vefat etmiş Muhammed Said Ramazan el-Bûtî’yi medyanın gündemine taşımıştı. Her ikisi de Suriyeli olan ve İslam dünyasında geniş bir etki alanına sahip bu iki âlimin, Suriye’deki mevcut Baas düzeniyle ilişkileri medyada tartışma konusu olmuş ve Ramazan el-Bûtî’ye yönelik eleştirilerin insaf ölçülerini aştığı yönünde bende oluşan kanaat, bu yazıyı kaleme almama yol açmıştır.

Doksanlı yıllarda Konya’da öğrenci olduğumuz dönemlerde -yılını tam olarak hatırlamıyorum- Bûtî, Mevlana konusunda bir konferans vermek üzere Konya Büyükşehir Belediyesi’nin konuğu olarak Konya’ya gelmişti. Konferanstan önce bazı hususi sohbetlere de katılmıştı.

Arkadaşlarımızdan biri, Bûtî’nin dün akşam falan yerdeki özel sohbetinde “İslam devleti/İslami idare” fikrine karşı olduğunu beyan ettiğini söyledi. Bir sonraki gün ise konferansı vardı. Konferansın bitiminde soru-cevap faslında yazılı olarak bu konuyla ilgili görüşünü sorduk. Verdiği cevap meal ve muhteva olarak şöyle idi: “Ben İslam’ın devleti olmamalı demiyorum. İslam devleti, İslam toplumunun oluşumuna bağlıdır. Bir ağacın yetişip meyve vermesi nasıl bir sürece bağlıysa İslam devleti de İslam toplumunun tabiî bir meyvesidir. Ancak zamanı gelmeden ağacı zorlayıp meyve almaya kalkarsanız ağacı kurutursunuz. İnşallah zamanı gelince İslam’ın devleti de olur.”

Bûtî’nin vermiş olduğu cevaptan da anlaşılacağı üzere arkadaşımız, İslami idarenin oluşum yöntemine dair bir beyanı, tamamen “İslamî yönetime karşı” olarak telakki ederek yanlış bir kanaate ulaşmıştı. Gördüğüm kadarıyla eşya ve şahısları değerlendirip aktarırken genelde bu türden hatalara maruz kalabiliyoruz. Konuyu olduğu gibi göremiyoruz. Yaptığımız nakiller, aslında nakil değil, çoğu kez duygularımızın karıştığı yorumlar şeklinde olmaktadır. Bûtî konusunda da bu türden hatalara duçar olduğumuzu, yani meseleyi olduğu gibi tasavvur edip değerlendiremediğimizi düşünüyorum.

Bûtî, gayri İslami ve gayri insani acımasız bir idarenin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu. Yönetim, halk nezdinde meşruiyet kesp etmek için kendisini İslamî olarak takdim ediyordu. Bûtî de -kendince- daha kötüsüne mani olmak, İslam ve Müslümanlar adına kazanımlar elde etmek veya var olanları kaybetmemek için yöneticileri yaptıkları bazı cüzî uygulamalardan dolayı takdir ediyordu. Mesela seksenli yıllarda İslâmî yayınlara uygulanan sıkı sansürün ve kamuda çalışan örtülü kadınlara yönelik yasağın kaldırılması, medya programlarının İslâmî ve ahlâkî kurallara göre yeniden düzenlenmesi gibi iyileştirmelerden dolayı Hâfız Esed’e bir televizyon programında teşekkür ediyordu. Fakat Bûtî’nin yöneticilere hitaben yaptığı takdir ve verdiği destek mutlak değildi. İdarecilerle ilgili yazıp konuşurken ihtiyatlı bir dil kullanmaya özen gösteriyor, takdir ve desteğinde çoğu kez şartlı cümleler kurmaya çalışıyordu. Örneğin; haklı olarak eleştirilen “orduyu sahabeye benzetme” ifadesinde övgüsünü “tövbe edip hukukullaha riayet etmek ve güçleri oranında Allah’ın emirlerine uyma” şartına bağlıyordu:

والله ليس بين أفراد هذا الجيش وبين أن يكونوا في رتبة أصحاب رسول الله إلا أن يراعوا حق الله في أنفسهم، وأن يقبلوا إلى الله وهم تائبون وهم ملتزمون بأمر الله جهد استطاعتهم، لا أقول أكثر

Keza hutbelerinde zaman zaman yöneticilere dua ediyordu. Aslında lehteki bu ifadeler ve dualar diğer hatiplere oranla çok az idi. Ama o yine yaptığı dualarda “Allah’ım idaremize malik yaptığın kullarını/kulunu hayra muvaffak kıl” şeklinde şartlı ve mukayyet cümleler kullanmaktaydı.

Elbette gönül isterdi ki Bûtî, böyle netameli bir tutuma başvurmasaydı. Şahsen onun bu konuda yanlış ve hatalı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu hatanın, gayri İslami bir toplumu/idareyi savunma düşüncesinden veya dünyevi bazı beklentilerden kaynaklı bir hata olmadığına da inanıyorum.

Bûtî’nin hayatını ve eserlerini insafla inceleyen herkes onun Suriye’deki düzeni savunma gibi bir derdinin olmadığını, aksine İslam’ın ve Müslümanların maslahatını kollayıp gözetlemeye çalıştığını rahatlıkla anlar. NitekimNesimu’ş-Şam adlı özel sitesinde yayınlanan 31368 nolu fetvasında “Ne destekçisiyim ne de muhalif sadece daha büyük bir belaya karşı uyarıcım” açıklamasında bulunuyordu:

  لم أكن مؤيداً أو معارضاً وإنما محذراً من بلاء أعظم

https://naseemalsham.com/persons/muhammad_said_ramadan_al_bouti/fatwas/view/31368

“Hâza Vâlidî” isimli eserinde yöneticilerle olan ilişkisinin “nasihatu’l-mulûk” kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Şahsî konfor ve dünyevi amaç gütmemek şartıyla âlimlerin yöneticilerle temasa geçebileceğini savunmaktadır. Bu temaslar sayesinde binlerce insanın zindanlardan kurtulmasına ve bazı alanlardaki dini yasakların kalkmasına katkısının bulunduğu herkesin malumudur. Aslında o sadece yapılan cüzi iyileştirmelerle yetinmek istemiyordu. Bizzat dinlediğim ve televizyondan yayınlanan bir konuşmasında ülke yöneticilerini İslam ahkâmını esas alıp uygulamaya davet ediyordu. Fakat netice itibariyle “temkin yönteminin” tabiatı gereği kısa sürede büyük sonuçlar elde etmek de mümkün değildi.

Bûtî’nin yöneticilerle olan ilişkisinin şahsi ve dünyevî bir amaç taşımadığının kanıtları, sayılamayacak kadar çoktur. Bu cümleden olarak şunu söyleyebilirim: Uluslararası bir isim olduğu halde hayatı boyunca özel bir araca sahip olmadı. Düşük gelirli insanların oturduğu bir semtte asansörsüz bir apartmanda oturdu. Kendisini yakından tanıyan ve ailece Suriye’deki sistemin en önemli muhaliflerinden biri olan Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, babasının hayat hikayesine dair yazdığı el-Vâlidu’d-Dâiye el-Mürebbî: eş-Şeyh Hasan Habenneke el-Meydanî adlı kitabında Bûtî hakkında şunları kaydeder: “Son dönemlerde Bûtî aldatılarak, birçok kimse tarafından tenkit edilen Baas yöneticilerini övenler kervanına dâhil olmuştur. Ben onu, içtihadında hatalı ancak dünyadan yararlanmayan bir kimse olarak görmekteyim”:

واستُدرج الشيخ البوطي أخيرا إلى تمجيد ومدح قادة حكام حزب البعث، كان فيها محل انتقاد الكثيرين، وكنت أراه مجتهدا مخطئا غير منتفع بدنيا، وقد نصحه إخوان وأساتذة له محبون، فلم يستجب

Bûtî’nin hemen hemen bütün kitaplarını okumuş biri olarak onun İslam toplumu ve İslamî idare şeklinde bir ideale sahip olduğunu yakinen biliyorum. Bûtî, İslam toplumu idealini birçok vesileyle açıkça beyan etmiş biridir. Ancak -detaylarını “ala tariki’l-avde” (İslam Toplumunun Oluşumu) adlı eserinde açıkladığı gibi- bu ideali gerçekleştirmeye çalışırken yanlış metotlara ve özellikle kuvvete başvurulmaması gerektiğini belirtmektedir. Ortadoğu ve Afrika’daki kimi İslami oluşumları eleştirirken de aynı gerekçeyle eleştirmektedir. Ubudiyetsiz ibadetin fayda vermeyeceğini, hususi dairedeki iç değişim ve dönüşüm olmadan toplumsal dönüşümün gerçekleşmeyeceği üzerinde durmuş ve günümüz İslami oluşumların geniş daireye odaklanmakla hata ettiğini söylemektedir. (https://www.youtube.com/watch?v=pL0rCyXr96A&ab_channel=%D9%85%D9%90%D8%AF%D8%A7%D8%AF%D9%85%D9%8E%D8%B3%D9%85%D9%88%D8%B9)

et-Taarruf ale’z-Zât adlı eserinde şunları kaydetmektedir: “Günümüzde Müslümanların yaşadığı esas problem İslamî hadlerin uygulanmaması veya Müslümanların faizli işlemler yapması ya da sistemlerin batılı veya doğulu olması değildir. Esas problem, Müslümanların genelinin kimliklerini yitirip nefislerinin derinliklerinde Allah’a karşı ubudiyetin ve yaratıcıya karşı duyulması gereken büyük mesuliyet hissinin tam anlamıyla yerleşmemiş olmasıdır. Bundan dolayı arzu ve ihtiraslar nefislere egemen olmakta, kalpler şehevi isteklerin pasına maruz kalmaktadır. Böylesine paslı bir zemine ekilen şey İslamî hükümler de olsa netice pörsümüş ve solgun ürünlerden başka bir şey olmayacaktır. Problemin çözümü, akılların varlık hakikatine, varlığın ötesine ve sonrasına karşı uyandırılması, kararmış nefislerde hakiki iman kandilinin yakılması ve sonra da bu imanın ibadetle beslenmesi yoluyla olacaktır. Bu sayede Müslümanın benliğindeki korku ve ümit hisleri uyanıp kişi tam olarak şu ayetteki ifadeye mazhar hale gelebilir: “Benim namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin rabbi olan Allah içindir. Enam-162.” İşte bu seviyeye eriştiğinde Müslüman kişi kendisinden beklenen vazife ve sorumluğu eda edebilir. İslam’ın hududunu tatbik edip faizden ve ahlaksızlıktan uzak kalabilir. Ve bu sayede ancak topluma hâkim sistemler değişip kanun ve yasal düzenlemeler koruyucu kalkan görevi görebilir ve İslam birliği sağlanabilir.

Biz Bûtî’nin layüsel olduğunu iddia etmiyoruz. İlim ve insaf ölçüleri çerçevesinde herkes gibi Bûtî de eleştirilebilir. Ancak görünen o ki yapılan eleştirilerin çoğu insaf sınırlarını zorlamaktadır. Mevcut değerlendirmelere bakıldığında çoğu kez Bûtî’nin söylemediklerini ona söyletme veya taşımadığı bir niyeti ona isnat etme durumuyla karşılaşmaktayız. Aleyhte çokça kullanıldığı için onun Hafız Esed’in cenaze namazındaki videosuna kısaca değinmek istiyorum. Malum videoda Bûtî’nin, Esed’in cenaze namazını kıldırırken ağladığı görülmektedir. Kendisine neden ağladığı sorulunca meâlen şu cevabı vermiştir: “Ben her cenaze namazında ölüm gerçeğini ve kendi cenazemi hatırlarım.” Bu durumda onun Esed’e ağladığını ve dolayısıyla onun zalim kişiliğini tebcil ettiğini söylemek ne kadar doğrudur acaba?

Şimdi, Bûtî’nin esas yaklaşımı ve hassasiyeti ortadayken onu “gayri İslamî bir nizamı beğenme ve destekleme” şeklinde bir düşüncesi varmış gibi takdim etmek hangi insaf ölçülerine sığar?

Bûtî’nin, “yönetime isyan etmeyin, kuvvete başvurmayın” şeklindeki sözleri bizim kelam ve fıkıh kaynaklarımızdaki esaslı bir anlayışa dayanmaktadır. İsyan durumunda kaos ve anarşinin, toplumsal bir alt-üst oluşun ortaya çıkmasının, toplumda düzen ve dirliği ortadan kaldırabileceği, bu durumun da eski duruma nazaran daha büyük problemler ortaya çıkartabileceğine matuftur. Zalim veya kâfir bir idare altında yaşayan insanlara “isyan etmeyin ve kuvvete başvurmayın” şeklindeki bir söylem, yöneticinin küfrî kimliğini benimsemeyi telkin etme anlamına gelmez. Belki burada şöyle bir ayrıma gitmek gerekir; kâfire küfründen dolayı ve küfrî meselelerde itaat etmek küfürdür ve kişiyi iman dairesinden çıkarır ancak beşerî bir alanda ve bu cümleden olarak idari düzenlemelerde kâfire itaat etmek veya itaat edilebileceğini söylemek küfür değildir. Nitekim ehl-i kitabı dini kimliklerinden dolayı sevmek küfürdür ancak ehl-i kitaptan bir kadınla evli olan bir kimsenin, eşini, hanımı olması hasebiyle sevmesi küfür değildir. Bu ayırım usul âlimlerinin “hükmün müştak bir vasfa bağlanması, söz konusu vasfın illet olduğunu gösterir” şeklinde ortaya koydukları esasa dayanmaktadır. (تعليق الحكم بالمشتق يفيد عليّة مأخذ الأشتقاق )

Bizler –Allah’a hamdolsun- ülkemizde bu tarz sıkıntılardan uzak kimseler olarak Bûtî’nin, azimeti tercih edip tavizsiz bir tavır takınmış olmasını temenni edebilir ve onu eleştirebiliriz. Buna belki hakkımız da olabilir. Ancak bir bütün olarak ya da genel olarak onu karalamaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Biz Kuran’a tabi müminleriz ve müminin elindeki terazinin de Kuran’ın temel ölçütleri çerçevesinde olması gerektiğine inanıyoruz; “Kimin tartılan (iyi) amelleri ağır gelirse işte o razı olacağı bir hayat içinde olur.” (Karia 6-7)  / “Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder” (Hud-114).

Bûtî’nin ilim, irşat, siyaset ve sosyal hayat alanında ifa ettiği hizmetler bir tarafa, tartışmalı tutumları diğer tarafa konulup muvazene edildiğinde nasıl bir sonucun ortaya çıkacağı insaf ehli olan herkesçe malumdur. Özellikle nitelikli ilmî çalışmaları ve bu sahada verdiği eserler onun şükran ve takdirle yad edilmesi için yeterlidir. Bûtî, yaşadığı çağa ve çağdaş fikir akımlarına derinlemesine vakıf olup Kur’anî delaleti, sünneti ve ümmetin genel telakkisini incitmeden günümüz insanına yol gösteren alimlerden biri idi. Fıkıhtan usule, akideden felsefeye hemen her alanda yazdığı eserler ilim erbabı tarafından başucu kaynağı olarak kabul edilmiştir. Yazdığı eserlerde ve verdiği konferanslarda sadece kuru malumat aktarmakla yetinmez Bûtî. Duygu ve tefekkürle yoğrulan ve muhatapta yaşanmışlık hissi uyandıran bir üslup eşliğinde aktarır söylediklerini. Bu nitelikli miras kanaatimce siyasi bazı hatalara feda edilmemeli. Cumhuriyetten günümüze büyük bir boşluğu dolduran merhum Elmalılıyı siyasi tercihlerinden dolayı dışlamak ne kadar yanlışsa bazı siyasi içtihatlarından dolayı merhum Bûtî’yi tezyif edip yeni nesillerin onun mirasından mahrum kalmasına sebep olmak da en az o kadar yanlıştır.

Görünen o ki yaptığımız değerlendirmelerde hüsnü zandan ziyade suizan hâkimdir. Bir Müslümanın hem iyi hem de kötüye hamledilebilecek bir tutumu varsa iyiye hamletmekten neden çekiniyoruz? Üstadın veciz bir şekilde de ifade buyurduğu üzere “Suizan ve sû-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. Men dakka dukka kaidesiyle, suizan eden, suizanna maruz olur. Mümin kardeşinin harekâtını sû-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i tevile uğrar, cezasını çeker. (Lem’alar)”

Cenab-ı Hak bütün Müslümanları, hassaten din ve diyanet konusunda söz söylemek durumunda olanları “kırk katır mı, kırk satır mı” ikilemine düşmekten muhafaza buyursun. (Âmin)

Share:

author

2 Comments

  • RABİA, Nisan 4, 2021 @ 4:32 pm Reply

    Oldukça bilgilendirici bir yazı olmuş Allah razı olsun.

    • Metin Yiğit, Ağustos 7, 2021 @ 8:51 pm Reply

      Amin, cümlemizden inşallah.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir