Categories: Serbest Yazılar

Buhara Bizi Çağırıyor… (-1-)

Her şeyi kontrolümüzde sanıyoruz. Yaptığımız hesaplara göre bir hayat yaşadığımız algısına inandırılmış durumdayız. Hayata kendi penceremizden bakıyoruz sadece. İşte Özbekistan’a gitmek istedim, çaba sarfettim ve gittim. Bu kadar mı peki? Değil. Ancak bizler… modern dünyanın insanları, bize takılan gözlüklerle hayata baktığımız için görmüyoruz. Görmemizi istedikleri şeyi kendimizin gördüğünü sanıyoruz. Büyük bir aldatmaca içerisindeyiz. Özgün değiliz. Dayatmaların, ayartıcı dayatmaların sınırlarında yaptığımız hareketleri özgürlük olarak yutuyoruz. Hülasa fıtratın izini kaybedeli çok oldu diyorum kıymetli dostlar…

Bizim gibi çılgın insanlardan standart bir gezi yazısı beklemeyin. Dolayısıyla normal bir girişte hiç beklemeyin. Çünkü biz gezmiyoruz. Gezmediğimiz için gezi yazısı da yazmıyoruz. İşin doğrusu gezi yazısı yazamayız biz, abi… çünkü biz seyahat ediyoruz. Yolculuk gerçekleştiriyoruz. Her an iç dünyamızda yaptığımız yolculukların dışa yansımasının izini sürüyoruz seyahat ederek…

İsyan ediyoruz. Bize dayatılan her şeye isyan ediyoruz. Bizi bizden alan, koparan, özümüzden uzaklaştıran her şeye isyan ediyoruz. Bizim seyahatimiz bir yönüyle de aslında bir başkaldırıdır. Hobi olsun diye, hava atalım diye, fotoğraf çekelim diye seyahat etmiyoruz. Burası çok önemli, her dem yenilenen kendimizi, güçlü bir şekilde inşa etmek için yollara düşüyoruz…

Yine düştük yollara… Özbekistan’a doğru yola çıkacaktık. Ancak bunun öncesi var. Oraya değinmek istiyorum. İşin manevi atmosferine sizleri davet ediyorum. Her sefer aslında bir davettir. Bazen bunu idrak ederiz bazen de bunu idrak edemeyiz. Birçok kişinin aşkın ve taşkın isteği dua hükmünde kabul olmuşsa Mutlak Hüküm Sahibinin dergahında, artık hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Kula düşen şudur: Teslim ol kurtul…

Biz Buhara’ya gittik mi yoksa Buhara’ya çağrıldık mı? Bilmiyoruz. Ancak çağrıldığımıza hem de çok güçlü bir şekilde davet aldığımıza dair emareler var. Özbekistan seyahatinde ki merkez yer Buharaydı. Diğerleri ise Buhara’nın, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin bereketiydi diye düşünüyorum…

İsrafil Bahar abinin dostu Dr. Aziz Toprak abi rüya görüyor bundan yaklaşık 9 ay önce. Şah-ı Nakşibendi Hazretleri(k.s.) rüyasında İsrafil abiyi önde huzura kabul ediyor.  Aziz abi de arkada kalıyor. Bu bir davet değil mi? Babam Molla Muhammed Hadi, Nakşibendi Hazretlerini çok seviyor. Aşkın bir muhabbeti var. Onun kabrini ziyaret edip dua etmek istiyor. Ancak uçak korkusu var. Dolayısıyla burada oğul babaya aracılık yapıyor bir anlamda. Onun selamını ve dualarını götürüyor Buhara’ya… Yusuf Kaplan Hocamızın Türkiye’de okuyan Özbek talebesi Cemşid kardeş, Yusuf Hocasını evinde ağırlamak ve memleketinde güzel işler yapan güzel insanlarla tanıştırmak istiyor. Bunu çok istediğine bizzat şahitlik ettik. Yine Cemşid’in kardeşim dediği Hasan, hocayı görüp hasbihal etmek istiyor. Bu arada Hasan kardeşte Türkiye’de okuyor. Taşkent’te tarihi bir medrese önünde tanıştığımız Zafer kardeş, hocayı görüp tanışmak ve bir hatıra fotoğrafı çekmek istiyor. Zaferin arkadaşı Muhittin de hocayla tanışıp ondan nasihat almak istiyor. Bu istekle yola çıkıp dönüş yolculuğumuzda bizi havalimanında yakalıyor ve muradına eriyor.

Turu düzenleyen Beytullah abi, eşi Gönül abla, çocukları; Ömer, Hamza ve Muhammed, ailece, Türkiye’deki samimi aile ortamlarını Özbekistan’a bizler için taşımak istiyorlar. Fatma abla, bir gönül seyahati yapmak istiyor. Nihal abla, kızı İclal kardeşle ruh dünyalarına Buhara’nın manevi güzelliğini nakşetmek istiyorlar. Büşra kardeş, samimiyete konulan sınırları kaldırmak istiyor. Nesibe kardeş, fotoğraf makinesiyle güzelliğin izini sürmek istiyor. Mustafa abi, kaderin çizgisine şartsız teslim olduğunu göstermek istiyor öncü ulularımıza. Ahmet Cevdet kardeş, kuşların zikrine hayret etmek istiyor. Rehberimiz Yıldız kardeş, içindeki güzelliklerin keşfini samimi kız kardeşler edinerek istiyor. Ve nihayetinde kıymetli hocamız Yusuf Kaplan, gönüller yapmak istiyor. Bir olan gönüller için mekân ve zamanın anlamsızlığını göstermek istiyor. Bütün bunlar yaşandı. Yaşanan şeyler bilerek ya da bilmeyerek olsun, aslında istediğimiz daha doğrusu ihtiyaç duyduğumuz güzelliklerdi. Allah(cc) tüm bunları birer dua hükmünde kabul etti. Ve Özbekistan seyahatimiz başladı…

İstanbul Havalimanında buluştuk. Hocamız ve diğer arkadaşlarla bilet işlemleri yaptıktan sonra uçağa geçeceğimiz alana geçtik. 6 Temmuz Perşembe’yi 7 Temmuz Cuma’ya bağlayan gece 00:30’da uçağımız hareket etti. Sabah 07:00 gibi Urgenç Havalimanına indik. Yusuf Hocamızı sabaha kadar uyutmadık. Gerçi hoca da zaten fazla uyuyamıyor, bunu biliyorduk. Yolculuk yaparken en fazla 15 dk uyuyabiliyor. Ancak biz o kadarına da müsaade etmedik! Aslında kader müsaade etmedi. Çok güzel akan derin bir sohbet bizi bizden aldı sabahın yedisinde uçaktan indikten sonra bıraktı ancak.

Urgenç’ten Hive’ye geçecektik. Bu yerler Harezm Bölgesinde yer alıyor. Tur sahibi Beytullah abi, baldızı Güler abla ve rehberimiz Yıldız kardeş bizi karşıladılar. Çok yorgunduk. Özellikle ben aşırı derecede bitkindim. Otursam uyurdum o derece. Urgenç’te iner inmez bir şeyi fark ettim. Üzerimize bir sekine indi sanki… Bu sekine, İslâm Medeniyetinin yüzlerce yıllık birikimiyle oluşan bir sekine olsa gerek…

Beytullah abi iki yıldır git gel yaptığı için Özbekçeye hakimdi. Rehberimiz de çok iyi Türkçe biliyordu. İşimiz kolaydı yani. Şunu da ifade edeyim. Burada siz kıymetli okuyucuyu bilgiye boğmak yerine seyahat boyunca gördüğüm, işittiğim, not aldığım şeylerin bende oluşturduğu hisleri daha çok paylaşmaya çalışacağım. Bilgi dünyasında yaşıyoruz. Dolayısıyla kuru bilgiye her yerden ulaşılabilir. Önemli olan ruh…

Urgenç’ten Hive’de yer alan hotelimize geçtik. Biraz istirahat ettikten sonra açık müze gibi duran Hive’de seyahat etmeye başladık. Bu arada rehberimiz Yıldız kardeşin de heyecanı gitmiş ve mahir bir rehber olduğunu hemen fark ettirmeye başlamıştı. Tabii Yusuf Hocamızın etkisiyle olsa gerek grup arasında çok çabuk bir ünsiyet oluştu. Tek bir vücut gibiydik sanki. Tarihi bir şehir’e, şimdi içinden çıkıp gelen değil de sanki tarihin içinden çıkıp gelen ve tarihi bir şehir olduğu halde ruhunu kaybeden Hive’ye yeniden tarihteki ruhunu verecekmişiz gibiydik… Böyle bir neşve hali vardı üzerimizde.

Bu neşveyi henüz Hive’de yakalayabilmiş olmak güzeldi gerçekten. Çünkü bazen ruh ve beden aynı anda seyahat etmiyorlar. Beden olarak gittiğiniz yere ruh olarak gidemeyebiliyorsunuz. Biz Hive’deydik her birimiz ayrı ayrı ve hepimiz bir vücut olarak… tabii şehrin her tarafı tarihi eserlerle dolu. Oradan çıkıp oraya, şuradan çıkıp oraya gidip geliyoruz. Fotoğraflar çekiliyor. Güneşten yanıyoruz. Ama şikâyet etmiyoruz.

Hive’de çok güzel bir Cuma namazı eda ettik. Çok sade bir makamla ezan okundu. Çok sevdim ezanı. Hoca’da çok sevmiş olmalı ki videoya almamı söyledi. Tesbihat sonrasında cemaatin en yaşlısının dua etmesi dikkatimi çekti. Bunu şöyle yorumladım. En azından camii içerisinde en büyük olana önem verilerek Müslüman cemiyette yaşlıya, büyüğe verilen önem, hürmet bir şekilde diri tutulmuş oluyor. Ayrıca beli bükülmüş ihtiyarların öncülüğünde Allah’a(cc) niyazda bulunmak daha çok rahmete de vesile olurdu. Namaz sonrası yemeğe geçtik. Yemek adları çok komik bize göre tabii. Mal göçtü gibi adları var. Bize de muhabbet oldu. Mal göçtü, dana göçtü gibi…

İkindi namazımızı Cuma mescidinde kıldık. Buralar on yıllarca Sovyet etkisinde kalmış. Bağımsızlıktan sonra bakir kalan bu bölgeler farklı kültürlerin tesirine açık hale gelmiş. Suud ve İran kültürlerinin etkisini görmek mümkün. Tesbihatlarda Suud etkisi, Cuma Mescidi adlandırması da İran etkisinden kaynaklanmaktadır. Ciddi bir dinamizm olduğunu ifade etmeliyim ancak bu dinamizmin sağlıklı bir şekilde harekete geçirilmesini mümkün kılacak, İslâmî duyarlılıkları gelişkin bir entelektüel kuşağın olmadığını da söylemeliyim. Şimdi şehrin kale kapısından girince Müslüman bir şehirde olması gereken o dokuyu; Peygamberden izler… görebiliyorsun. Ancak bunun farkında olmadan yaşayan insanlarca şehrin ölüme terkedildiğini şehre şehrin kimliğiyle baktığında da görebiliyorsun… işte bu çok hazin bir şey…

Hive’de de yalnızdık yani… yalnızdık. Evet, bütün o güzel, içten yaklaşan insanlara rağmen yalnızdık. Çünkü onlar farkında olmadan içinde yaşadıkları şehirde, şehrin tarihi dokusunu korumalarına rağmen şehrin ruhunu hissetmeden yaşayan ve böylece şehri tarihe esir etmişlerdi. Aslında biz de tam olarak bunun için burada değil miydik? Tarihin yapıldığı yere yeniden tarih yapmak için tarihi bir seferdi gayemiz.

Cuma günü Hive’yi bitiremediğimiz için cumartesi günü de devam etmiştik sabahtan. Ancak cumartesi biraz daha farklı bir tarzla seyahat etmeye başladık. Elimde defter ve grubumuzu bazen uzaktan temaşa ederek notlar almaya başladım. Benim meselem rehberin anlattıklarının tümüne dikkat kesilmek değildi. Asıl hikâyenin izini sürebilmekti meselemiz… az, öz bilgi ve daha çok tefekkür…

Pehlivan Mahmut’un kabir ziyaretine gitmedik Yusuf Hoca, İsrafil abi ve ben. Grubumuz heyecanla döndü oturduğumuz yere ve çok şey kaçırdığımızı söylediler. Oysa biz çok derin bir sohbet gerçekleştirmiştik. Fıtri bir akışla gelen çok derin bir sohbet. Ağaç gölgesinde oturmuş, Hive’yle belki de ilk defa bu kadar yakın temas kurmuştu ruhlarımız, böyle bir hal ile muazzam bir sohbetti o sohbetimiz… Pehlivan Mahmut bizi anlayışla karşılayacaktı eğer sohbetimize iştirak edebilseydi. İnanın bunu Pehlivan Mahmut’tan duyar gibiyim: Bu sohbetinize değdi dostlar… bizlerin de hayattayken yapmak istediği şey de bu ruhu, sizin oluşturduğunuz bu ruhu oluşturmaktı. Sizler bizlerin mirasçılarısınız… derdi. Bizler de inşaallah âmin diyoruz.

Hive’de o ağacın gölgesinde üç boyutlu yaşayabilmenin üzerine sohbet ettik. Dünü, şimdiyi ve geleceği hep birlikte yaşayabilmek… bu şekilde ancak Hive gibi kadim şehirlerimiz yaşayan ölü şehir olma durumundan kurtulabilirler. Hive’den ayrılırken, henüz kale kapısına varmadan şöyle düşündük. Necip Fazıl burayı görseydi muhtemelen tek bir şiirle Hive’yi ölümsüzleştirirdi. Üstat, sahip olduğu o aşkın ruh haliyle Hive’yi alır o tarihteki ruhuna girdirirdi şimdinin içinde…

Evet, şehrin girişindeyiz. Yine ayrılmak için. Bekliyoruz bu tarihi kadim şehir’e elveda demek için. Mustafa Hoca’yla Yusuf Hoca sohbet ediyor. Ben ise onların seslerinin verdiği dinginlikte şehrin kapısında şehre girenleri seyrediyorum şehrin tarihinde! Savaşlar… göçler… kervanlar… ile oluşan şehrin her anlamdaki zenginliği üzerine tefekkür ediyorum…

Şehrin kapısının sağında şehir surlarının önünde üç develik bir kervan. Başlarında kervancı başı. Ortadaki devenin üstünde bir adam, elinde kitap… okuyor mu? Yazıyor mu? Okuyor gibi… bu heykel kervan beni, tarihin bir kesitinde kendisine şu soruları soran birine/kendime götürdü! Ben kimim? Neredeyim? Burada mıyım? Hayır! Orada mıyım? Hayır! Yusuf Hocamın ifadesiyle bizler üç zamanı da yaşıyoruz… üç zamanı da yaşayan ya da yaşamaya çalışan çilekeşler…

Hala Hive’nin şehir kapısındayız. Şehrin girişinde oturan Yusuf Hocamın çaprazında bir ağaç gölgesine geçtim. Onu temaşa ediyorum ondan habersiz bir şekilde. Şu hisler döküldü kâğıda…

Harezm bölgesindeyiz. Bu güzel şehrin kapısında oturan ve bütün ümmetin sorunlarını omuzlayan adamın, kapısında tevazuyla gölgelendiği şehirdeyiz. Ben, seyyah Seyfullah, İslâm ümmetinin yükünü omuzuna almış adamın çaprazında çimenlerin üstünde bir ağaç gölgesindeyim. Büyük savaşçı, kalemi ve fikirleriyle ümmetin önünü açmak için savaşan Yusuf Kaplan’ı temaşa ediyorum. Onunla tarihe giren Müslümanları seyrediyorum. Şimdiden istikbale bir kapı açtık tıpkı kapısında durduğumuz Hive’ye açılan kapı gibi…

Hive’den Buhara’ya otobüsle geçeceğiz. Yaklaşık 6-7 saatlik bir yolculuk olacak. Yol boyunca da güzel anılar biriktirdik. Yine birçok not aldım yol boyunca. Şöyle diyerek Hive’den ayrılıyoruz. Biz Hiveniniz, Hive bizim. Biz Hive’yi terk etsek de Hive bizi terk etmez.

Seyfullah Yiğit

1988'de Bingöl'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamladı. Çankırı'da Uluslararası İlişkiler Bölümünü okudu (2009-13). İstanbul Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansını tamamladı (2014-16). İstanbul Ticaret Üniversitesinde aynı bölümde başladığı doktora programını yeterlilik sınavına girdikten sonra bıraktı. Ticaret ve ziraat'le iştigal etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Oku-mak için OKULLU olmaya gerek olmadığına inanmaktadır.

View Comments

Recent Posts

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Burası Mısır mı? 5 Kasım Salı’yı, 6 Kasım Çarşamba’ya bağlayan gece Mısır’ın güney şehirlerinden olan…

3 hafta ago

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Neden Mısır? Hikayesi olmayan bir şey var mı diye sormama gerek yok, çünkü her şeyin…

1 ay ago

MAKBUL ŞAHSİYETLERİN AYKIRI GİBİ GÖRÜNEN SÖZLERİNE DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit hocamızın kaleminden çok önemli ve insaflı bir yazı…) Yaşadığı zamanın Taftazanisi ve Seyyid…

2 ay ago

ERZİNCAN KAMPI

(MTO Akademik Yaz Kamplarının ilki olan Erzincan Kampını, MTO Erzurum Erkek Talebe Temsilcimiz Hüseyin Albayrak…

4 ay ago

HZ. AİŞE’NİN (radiyallahu anhâ) EVLİLİK YAŞINA DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit kaleminden…) Batılı inkarcılar ve onların fonladığı çevreler yaman bir çelişki içerisindedirler.…

6 ay ago

İSKİLİPLİYİM BEN…

         Samsun’da ikamet eden Samsun Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) Temsilcimiz Muharrem Kartancı hocamız, memleketi İskilip…

11 ay ago