Categories: Serbest Yazılar

Buhara Bizi Çağırıyor… (-2-)

Yine yollardayız. Buhara’ya doğru yol alıyoruz otobüsle. Vaktimiz dar. Programda görmemiz gereken birçok yer var. Ancak yine de çok rahatız. Uykusuz. Yorgunuz. Tüm bunlara rağmen anın içindeki güzellikleri yaşama derdindeyiz. Ne yiyeceğiz? Nerede kalacağız? Buraya yetişir miyiz? O ne olacak, bu ne olacak gibi şeyler umurumuzda değil. Akışa teslimiz abi. İşte bu ruh hali, birçok güzelliğe de tanıklık etmemize vesile oldu. Laf olsun diye şunu demiyoruz. Bizler turistik bir gezi yapmıyoruz, seyahat ediyoruz. Hakikaten seyahat ediyorduk…

Buhara yolundayken düşünüyordum. Yine bir Yusuf Kaplan dersindeydik. Online ders olmasına rağmen ekrandan hocanın coşkusu bize sirayet ediyordu. Hoca başladı saymaya; Kudüs’te, Mekke’de, Buhara’da, Semerkant’ta, Endülüs’te ve Bosna’da bu dersleri MTO olarak yapacağız. Neden yapmayalım ki? Kendi kendime şöyle diyordum o zamanlar. Hoca yine aşka geldi. Nasıl olacak? Buhara’da ders yapacağız? İyi de nasıl? Evet, Buhara yolundaydık. Hayallerimizin dua niyetine kabulü için yollardaydık. Sorularımız cevaplanıyordu. Ve aslında hocamızın söylediği şeylerin hepsinin gerçekleşebilir olduğuna tanıklık ediyorduk. Daha fazlası da biiznillah olacak.

Yusuf Hoca, kendi kendisiyle dalga geçebilen bir insan. Kendisiyle barışık. Hiçbir ayrıcalık beklemiyor. Hiçbir kompleksi yok. Sosyal medya da böyle abartılan, sürekli yüceltilen Yusuf Kaplan algısı var gibi, bu çok yanlış, bunu yeri gelmişken ifade edeyim. Hocayı yakından tanıyanlar bunu zaten bilirler. Yolculuk esnasında bir yerde durduk. Çok komik bir tecrübem oldu. Temizlikle ilgili. Otobüse gelirken ilk olarak sadece hocaya anlattım. Tabii anlatırken gülüyorum. Hatta anlatamıyorum o kadar çok gülüyorum. Hoca da bu durumuma gülüyor tabii. İnanın başkası onun durumunda olsa, sen ne saçmalıyorsun kes derdi. Ama o demiyor. Dostane bir şekilde talebesinin komik tecrübesini dinliyor ve katılıyor. Burası çok samimi olmuştu. Aklıma gelince hala tebessüm ediyorum…

Yolculuk boyunca herkes bir şeylerle uğraşıyor. Ben de dışarıya bakıyorum. Bazen içeriye bakıyorum. Ve notlar alıyorum…pirinç tarlalarını… etrafı düzenli duvarlarla kapalı mezarlıkları… bahçeli evleri… insanları… temaşa ediyorum. Zihnimde üşüşen şeylere kalemim yetişmiyor. Aciz kalıyorum. Bütün bunlar üzerine tefekkür ederken Mustafa abinin Beytullah abiye söylediği şu cümleyi de yakalıyorum. “Bizim Sivas’ta Çerkez’in kahvesi vardı. Orada çok güzel sohbet ederdik. Şu anki meclisimiz hala bizim o sohbet meclisimize yetişemedi.” Gülerek katılıp not aldım hemen. Önümde oturunca iki ehli muhabbet, doğal olarak duyuyordum onları…

Buhara yolu üzerinde uzunca bir çöl var. Çöl üzerinde zamanında Kazakistan’dan gelmiş olan, kendine has birtakım özellikleri olan bir Türk kabilesi var. Karakalpaklar olarak adlandırılan bu insanlar, kara kalpak taktıkları için bu adı almışlar. Özerk bir cumhuriyet olarak yaşıyorlar. Hive’de kalpak takıp fotoğraf çekmiştik. Bu kara kalpak üzerinden çok kaliteli şakalar olacaktı seyahatimiz boyunca. Yani bizim içinde artık kara kalpak önemliydi.

Amuderya (Ceyhun) nehrinin yanında durduk. Orta Asya’nın en büyük nehri. Geçtiğimiz yerde nehir, yer yer kurumuştu. Suyu çok azalmıştı. Hocamız üzüldü. Üzülmemek elde değil. Buranın etrafında nice medeniyetler kurulmuştu. Nice canlar hayat bulmuştu. Uğruna nice savaşlar yapılmıştı. Ve şimdi Amuderya kuruyordu Buhara yolu üzerinde.

Amuderya kurudu demişti rehberimiz nehri görür görmez. Bunun üzerine bir anda şöyle düşünceler süzüldü kâğıda.

Amuderya kurumadı. Biz onu kuruttuk. Çünkü biz kurumuştuk. Onun bize/insanlığa yüzyıllarca vefayla sunduğu hizmetin /ab-ı hayatın kıymetini bilmeyip hor gördük. O bahşedilen hayatla hayat olup hayat sunamadık birbirimize. Tükettik. Tükettik. Tükettik ve tükendik.

Amuderya’nın hüznünü alıp yola devam ettik çöl içinde. Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur kitabı geldi aklıma. Ne güzel bir başlık. Hüznümü bu kitapla dağıtmaya çalıştım. Öyle bir nur ki, bütün nurların, bütün güzelliklerin, iyilik adına her ne varsa hepsinin membaı. Kurumaya yüz tutan nehri dahi yeniden yeniye coşturabilecek bir nur… kuru çöl deyip geçme demeye başladı bu düşünceler sonrasında gördüğüm çöl… hakikaten çok manidar değil mi Efendimiz(asm) ile özel de Arabistan çöllerinin genelde tüm yerküre ve tüm alemlerin nurlara gark edilişi… bütün hikâyenin çöl üzerinden başlaması garip değil mi? Zemzem suyunun fışkırtılması gibi… Mutlak Kudret, isterse kupkuru çölüne indirir tüm alemleri nurlara gark edecek Hz. Muhammed Mustafa’yı(asm).

Çöl, her şeyiyle açık gibi… ama aslında çöl, her şeyiyle sırlarla dolu… çölü tanımayan bizler için her şey birbirinin aynısı. İkiz çocuklara sahip ebeveynler için çocukları birbirinden ayırt etmek çok kolay. Ancak dışarıdan bakanlar için ise, durum hiçte böyle değil. Çöl de aynı değil mi? Detayları görebilenler için aynı değil demek istiyorum. Çölün dilini, kumunu, bitkisini, hayvanını bilen için aynı değil… nice nice erenlerimiz çöl inzivasıyla ermediler mi ermeleri mukadder olan sırlara… ey çöl! Ne kadar da sessiz duruyorsun. Deniz, modern dünyada hep daha çok cazibedar gösterilmiştir. Oysa dağ ve çöl çok daha caziptir mana aleminin sırlarına vakıf olanlar için.

Özbekistan’da Medeniyet Yolculuğu yapmıyoruz sadece. Burada, evet şu anda, bu çöl üzerinde, her ne kadar otobüsle yolculuk yapsak da çölü gören gözlerimizle eş anlı olarak ruhlarımız da çöle temas ediyorlar. Böylece Çöle İnen Nurun izini sürüyoruz… çöl üzerinden, çölle çakışan benlerimizle itiraf ediyoruz. Çölüz. Kurağız. Susuzuz. Çünkü kendimizden uzaklaştık. Ey çöl! Sana inen nurla yeniden kendimize yaklaşmak istiyoruz. Bunun için, evet, evet aslında tam olarak bunun için buradayız ve her yerde de bunun için olmalıyız. Çöl, bizi bizden aldı. Buhara’ya hala gelemediğimi fark ettiniz mi kıymetli okuyucular…? Galiba bu yazı, sadece Hive-Buhara arası seyahatten ibaret olacak. Hayırlısı deyip devam ediyoruz…

Yemek ve namaz için bir yerde durduk. Siparişlerimizi beklerken hocamız önemli şeyler söyledi. Onları kendimce not aldım. Buyurun lütfen…

Amuderya (Ceyhun) nehri, 1576’ya kadar Urgenç’ten Harezm’e akıyor. Sonra nehir yatağı değişiyor, Aral’a akıyor. Büyük medeniyetler nehirler etrafında şekilleniyor. Nil nehrinde böyle olmuştur. Ekmek, Buhara’da kutsal kabul ediliyor. Bu çok önemli bir şey. Yani; Anâsır-ı Erbaa’nın bulunduğu yerdir ekmek. Hava, ateş, su toprağın buluştuğu noktadır ekmek! Biz ekmeğin anlamından uzaklaştık. Böylece varlığın özünden de uzaklaştık. Bu unsurlar ne kadar azalsa biz de özümüzden eksiliyor azalıyoruz. Bu sohbet, Sarmoy Çayhanesi (bizde lokanta) gerçekleşti.

Sekülerleşen beşer, ekmeğin dolayısıyla mananın anlamından da uzaklaşacak doğal olarak. Böylece ekmeği israf edecek. Dünya da ki milyarlarca aç insana rağmen ekmeğini israf edecek. İsrafın bereketi kaçırdığını falan da umursamayacak. Çünkü bereket kavramı, helal harama dikkat etmeyen modern insanın istatiksel verilerinde kurban edileli çok olmuştur. Bereketi yok sayan da huzurdan uzaklaşacak! Huzur nerede mi? Berekette demek yanlış olmasa gerek…

Ve nihayet Buhara’dayız. Uzun bir yolculuktan sonra, benim için anlam dolu, ruh dolu bir yolculuktan sonra Buhara’ya vardık. İlk durağımız tabi ki şehrin manevi sultanına olacaktı. Ancak oraya gelmeden önce Buhara’nın henüz şehre girerken gözle görülür meyve çeşitliliğine değinmek istiyorum. Güzel meyve bahçeleriyle dolu her taraf. Verimli bir şehir olduğu hemen belli oluyor. Bu görünen verimlilikten daha fazlası şehrin görünmeyen manevi verimliliğinde. Görünmeyen dediysek de aslında göremeyenler için görünmeyen. Şöyle bir şey de olabilir. Bu maddi verimlilik bir tuzak! Buraya takılan, bunu kendine bir perde yapabilir! Ancak burayı aşan, burayla hakiki nimet vereni bulan, bu nazarla şehrin manevi sultanının, Buhara’ya nasıl asırlardan bu yana mana nakşettiğini de görebilir. Böylece asıl verimliliğin kaynağına dikkat kesilir.

Nakşibendi tarikatının pirine gitmek üzereyken babamın mesajını gördüm. Duasını yazmıştı. Kendisini aramamı söylüyordu. Yazı dizisinin başında gönüller sultanının yani Buhara’nın bizi nasıl çağırdığına değinmiştim. İşte davete, o mübarek davete icabet ediyorduk. Yoldaydık. Yolun gayesine yolun ortasında varıyorduk. Ancak yol da zaten burası içindi! Ve bir hayat boyu yol olabilmek için; bize gelen, çöle inen nuru, en güzel şekilde alıp yüz milyonlarca insanın hidayetine, tekamülüne vesile olan ve aslında yolun kendisi olmayı da başaran, -hem de ne yol…- büyük mürşit Şeyh Muhammed Behâüddîn Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine ziyarete gidiyorduk…

Seyfullah Yiğit

1988'de Bingöl'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamladı. Çankırı'da Uluslararası İlişkiler Bölümünü okudu (2009-13). İstanbul Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansını tamamladı (2014-16). İstanbul Ticaret Üniversitesinde aynı bölümde başladığı doktora programını yeterlilik sınavına girdikten sonra bıraktı. Ticaret ve ziraat'le iştigal etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Oku-mak için OKULLU olmaya gerek olmadığına inanmaktadır.

View Comments

Recent Posts

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Burası Mısır mı? 5 Kasım Salı’yı, 6 Kasım Çarşamba’ya bağlayan gece Mısır’ın güney şehirlerinden olan…

3 hafta ago

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Neden Mısır? Hikayesi olmayan bir şey var mı diye sormama gerek yok, çünkü her şeyin…

1 ay ago

MAKBUL ŞAHSİYETLERİN AYKIRI GİBİ GÖRÜNEN SÖZLERİNE DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit hocamızın kaleminden çok önemli ve insaflı bir yazı…) Yaşadığı zamanın Taftazanisi ve Seyyid…

2 ay ago

ERZİNCAN KAMPI

(MTO Akademik Yaz Kamplarının ilki olan Erzincan Kampını, MTO Erzurum Erkek Talebe Temsilcimiz Hüseyin Albayrak…

4 ay ago

HZ. AİŞE’NİN (radiyallahu anhâ) EVLİLİK YAŞINA DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit kaleminden…) Batılı inkarcılar ve onların fonladığı çevreler yaman bir çelişki içerisindedirler.…

6 ay ago

İSKİLİPLİYİM BEN…

         Samsun’da ikamet eden Samsun Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) Temsilcimiz Muharrem Kartancı hocamız, memleketi İskilip…

11 ay ago