Categories: Serbest Yazılar

Buhara, Bizi Çağırıyor… (-3-)

Buhara’nın kenarında, sakin bir yerde yer alan Nakşibendi Hazretlerinin kabrinin içinde bulunduğu külliyenin önüne otobüsümüzü park ettik. İkindi namazımızı eda etmemiştik. Abdestlerimizi tazeleyip; nurun üstüne nurlanıp güzel bir ruh haliyle namazlarımızı eda ettikten sonra Hazretin huzuruna varmak istiyorduk. Ancak abdestlikler külliyenin arkasına yapılmıştı. Hazretin yanından oraya gidiliyordu. Bir Fâtiha okuyup öyle geçtik abdest almaya. Vakit daraldığı için bireysel hareket ettim. Namazımı eda ettikten sonra nihayet Hazretin huzuruna vardım.

Kabir, üstü açık, genişçe bir avlunun içinde, çok güzel bir ağacın yanında iki metre yüksekliğin içine yerleştirilmiş. Aşağıdan bakınca kabri göremiyorsunuz. Herhangi bir merdiven de yok. Tadilat olduğu için bir yere tahta bir merdiven bırakmışlar ustalar için. Kimse de oradan çıkmak için yasakları delmiyor! Grup arkadaşlarım camideyken ben bir kenarda durup, gözlerimi kapatıp derin sulara dalış yaptım… hani yüzmeye giden birinin, açılmak için yaptığı ilk yüzme denemesi gibi… güzel bir manevi hava yakaladım. Sessizce, içimden dualar ediyorum… ne kadar güzeldi o anlar… inanmak, her şeyi bir şeyden ve bir şeyi her şeyden yapabilen Mutlak Varlık olan Kadir-i Zülcelal’e inanmak ne kadar güzel bir şey… önünde niyaza durduğum güzelliğin, Mutlak Güzelin, yeryüzünde tecelli eden güzelliklerinden sadece bir tanesi olduğunu düşününce insanın içi inşirah doluyor. Evet, onlardan sadece birisi Nakşibendi Hazretleri… bir adam ama nasıl bir adam… tek başına neler yapabilir ki demeyin! O bir adam yüzlerce yıl önce bir çerağ yakmış Buhara’dan… ve bu çerağ dünyanın her yerinde bugün de hala insanları aydınlatıyor, kalplerini ferahlatıyor…

Haklı olarak şunu söylüyoruz tabi ki de: İnsana, insanca yaşayabileceği bir medeniyeti ancak ve ancak insana İlahi bir nazarla bakıp, oradan hikmetin izini süren bir inanç sistemi/İslâm armağan edebilir.

Peygamberler… ve onların takipçileri olan Allah’ın (cc) veli kulları… inşa edilen medeniyetlerin çerçevesini manayla bezeyerek bunu ispat etmişlerdir. Gözlerim kapalı. Hem niyaz ediyorum hem de tefekkür ediyorum… Nur’un membaından doya doya beslenen bir Mürşid-i  Kamilin ne gibi güzellikler yaptığını büyük bir iç huzurla tefekkür ediyorum… dünyanın her bir tarafında kalpler… Zikr-i hafiyle paklanıyor. Hatme-i Şeriflerde Şah-ı Nakşibendi Hazretleri duayla yad ediliyor…  Kur’an ve sünnetten beslenerek kurduğu tarikat sistemi vesilesiyle birçok bölge ve yüzlerce milyon insan, İslâm oluyor. Anadolu, bunlardan sadece bir tanesi…

Beytullah abinin ustalardan izin almasıyla tahta merdivenden çıkarak kabrin yanı başına geçiyoruz Yusuf Hocamızla birlikte. Yusuf Hoca, el pençe divan, edeple kabrin başında, başı önüne eğik, ceket düğmeleri kapalı dua ediyor. Yanında Mustafa abi ve Ahmet kardeş. Sağ taraflarında Beytullah abi ve küçük oğlu Muhammed. Yusuf Hoca’nın sol tarafında İsrafil abi ve İsrafil abinin arkasında ben. Çok güzel bir sessizlik var. Muhteşem… yazarken, şimdi bile o sessizliği tahayyül edip, o eşsiz huzuru hissedebiliyorum… hocam gibi durmuş ve yerde yaptığım ısınma dalışından daha derine bir dalış yapıyorum mana denizinde…

Kabrin içine girmek nasip olduğu için çok mutlu olmuştuk. Artık şunu daha emin bir şekilde dile getiriyorduk. Rabbimizin ihsanını ilan ediyorduk, şükrünü eda etmeye çalışarak tabii. Buhara/Nakşibendi Hazretleri bizi çağırmıştı. Bizler de davete icabet etmiştik ve Hazret, büyüklüğünü gösterip, bizleri yattığı yerde kabul ederek ziyaretimizin makbul olduğunu söylüyordu. En azından bizler böyle inanmak istiyorduk.

Kabrin olduğu avlu akşama doğru olduğu için olsa gerek sakindi. Külahlı bir genç bize çok güzel “nakışlı” Buhara ekmeğini hediye etmişti. Bizlerle yakından alakadar olması bizi memnun etmişti. Kendisiyle fotoğraf çekip teşekkür ettik. Daha sonra ekmeği, Yusuf Hoca, Mustafa abi, İsrafil abi ve ben tutarak fotoğraf çektirdik. Ekmek, daire şeklinde, ince ve oldukça büyüktü. Tadı da pek güzeldi. Bunlar tesadüf değildi. O ekmeğin üstünde, gönüllerini zikirle güzelleştirenlerin göze de güzel gelecek nakışları vardı. Bu gelenek eminim, yine tasavvuf terbiyesi vesilesiyle oluşmuştu. Hayatın bir bütün olduğunu, her şeyin her şeyi etkilediğini modern insan ne kadar tasavvur edebilirdi ki? Domatesi market rafından alan modern tüketici, bize hizmet eden; hava, su, toprak ve güneş arasındaki muhteşem uyumu nasıl görebilir ki? İşte, Nakşibendi Hazretleri gibi mürşitlerin tasavvuf yoluyla yaptıkları şey tam olarak buydu. Tevhid ve nübüvvet çatısını hayatın tüm alanlarına sevdirerek yerleştirmek… bu ruh haliyle ekmeği yapan usta, gönlünde zikirle elindeki hamuru, nakışlarla güzelleştirerek müşteriye sunuyor. Buhara’da oluşturulan İslâm Medeniyetinin kendine has bir güzelliğinin olduğunu bırakın mimari eserleri, bize hediye edilen nakışlı ekmekte bile görmek mümkündür demek istiyoruz. Şuraya, şunu da ekleyelim. Turist, anı, sadece zevklerle yaşamak ister. Seyyah ise, anı, kendisini zevklerden soyutlayarak üç boyutlu; mazi, şimdi ve istikbal şeklinde yaşar. Seyyah, gördüklerini hisseder, dolayısıyla zevkten ziyade acı çekip ızdırap duyar. Hissedilen ızdırap, insanı yeis bataklığına atan bir ızdırap değildir. Mazide inşa edilen güzellik unsurlarını yeniden harekete geçirerek bütün insanlığa nefes olabilecek bir medeniyet armağan etmek için bir şevk kamçısıdır bu ızdırap. İşte biz böyle bir gruptuk. Seyyah başımız Yusuf Kaplan Hocamızın derdi tam olarak buydu. Bizde onun izini sürmeye gayet ediyorduk…

Akşam namazımızı, külliyenin içinde bulunan camide cemaatle eda ettik. Külliyenin içinde dolaşırken çok güzel bir yere geldik. Her yer çok temiz ve ağaçlar çok bakımlıydı. Yan yana ağaçlar ve üzerinde öten kuşlar… ama nasıl ötüyorlar… aslında zikrediyorlar… Cehrî zikir çekiyorlar fıtratlarına göre.

Kuşlar… Zikr-i  hafiye muhalefet mi ediyorlar sesli zikirle! Hayır, hayır! Onlar evliyaların Şahı Seyid Şeyh Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretlerinin tarikat usulünün de Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin (k.s.) huzurunda makbul olduğunu en güzel şekilde tasdik ederek gösteriyorlar. Dönemler farklı… fıtratlar farklı… bütün farklılıkların istikamet üzere olmak kaydıyla birbirini beslediğini, kabul ettiğini ve tamamladığına şahitlik ediyorlar bu sevimli kuşçuklar… sesli zikirleriyle adeta yeri göğü inleterek! Ne muazzam bir uyum…

Yanımda Ahmet Cevdet kardeş, video kaydı yapıyoruz. Aynı zamanda kuşların zikrine olan hayretimiz üzerine sohbet ediyoruz. Sohbet ede ede ağaçların karşısında, duvar dibinde yer alan bankın üzerine oturduk. Tefekkür halindeyim ve yazıyorum yine. Kulağım cehrî yapılan kuşların zikrinde… uzaktan bana sesleniyor Beytullah abi. Ama ben orada öylece oturmak istiyordum saatlerce… içimde ukde olarak kaldı. Bir daha nasip olur mu bilmiyorum. Grupla ters düşmemek için onlara uydum mecburen. Ancak tek olsaydım o gece orada oturarak sabahlardım. Belki de bir ara uyurdum. Uykudayken kalplere zikirle güzellik nakşeden pirler piri Şah-ı Nakşibendi Hazretlerini görürdüm belki. Rüya aleminde, mana aleminin sultanıyla hasbihâl ederdim. Geldik sultanım geldik demek isterdim. Sen davet ettin biz de icabet ettik. Bu ne güzel bir davettir böyle sultanım, sana minnettarız! Bizi huzura kabul ettiğiniz için size ne kadar şükranda bulunsak azdır efendim… ahh Beytullah abi ahh! O kadar güzel bir ‘tefekkür ruhuna’ girmiştim ki, “Seyfullah” seslenişinle yine dünya denen şu imtihan yurduna geri getirdin beni!

Bu kadar mıydı? Çocukluğumdan bu yana gerek duyarak gerek nazarla, muhabbeti kalbime nakşedilen Nakşibendi Hazretlerinin ziyareti bu muydu? Dahası da olması gerekmiyor muydu? Bir daha gelebilecek miydim? Kuşların cehrî zikrine yine bu avluda tanıklık edip hayret edebilecek miydim? Bu güzel, ruh dolu atmosferi ölmeden önce tekrar yaşayabilecek miydim? Sorular… sorular… ahh! Zeval ve firaklarla dolu fani dünya, sığmıyoruz işte sana! Asıl vatanımız, her yerde, bize, kendini hatırlatıyor. Daim olsun imanımız, götürsün bizi son nefesimizde imanla Yüce Mevla’mız. Nasip olsun cümle ehli imana bütün firak ve zevallerden sonra ebedi yurdumuz olan cennet, inşaallah.

Bu kadar değildi. Bu kadarla kalmayacaktı. Hazretin huzurundan ayrılalı bir ay oldu. Kocaeli MTO ekibinden Melih Şengüler ağabeyle sohbet ediyoruz. Ne yapıyorsun diye sorunca. Bilmiyorum, garip bir haldeyim. Buhara’dan uzaklaştıkça Buhara’ya yaklaşıyorum dedim bir anda çünkü hala Buhara’ya yaklaşıyordum! İnsanın manevi latifeleri onu diğer varlıklardan üstün kılıyor. İnsan, kendisinde gizlenen alemleri keşfetmeli… kâinatı aşan yönüne ulaşmalı, oradan dünyaları kuşatmalı ve dünyalar sunmalı bütün insanlığa…

Buhara Registan’ında (meydan) yer alan Kalan Minaresini görebiliyorduk kaldığımız hotelin terasından. Yemeğimizi yedikten sonra Buhara Registan’ına gittik. Yusuf Hocamızın önceden söz verdiği şey, meydanda MTO dersi, gerçekleşmiş oldu. Meydandaki dersten kendimce aldığım notları genel olarak paylaşıyorum.

Bu şehirler, ölü şehirler. Ölü olmaktan kurtulmak için yeni Buhariler, Maturidiler, Gazaliler ve İbn-i Sinaların yetişmesi gerekiyor. Kurucu kavramları kendilerine ait olmayan toplumlar tarih yapamazlar. Karahanlılar ilk Müslüman Türk devletlerinden biri. Burada yazılan İslâmî eserlere daha sonra ancak şerhler yazılmış, burası çok önemli! Henüz yeni Müslüman olmalarına rağmen kurucu metinler yazmışlar! Burada sadece Horasan-Türkistan ve İslâm aleminin tarihi yapılmamış, bütün insanlığın tarihini yapan bir toplumdan bahsediyoruz. Tanıyamadığımız için tanımlanıyoruz. Dolayısıyla nefes alamıyoruz. Kendimize gelirsek nefes alabiliriz ancak. Önümüz hiç bu kadar açık olmamıştı. Batı dünyası ciddi bir kriz yaşıyor. Nietzsche, moderniteyi yıktı. Post-moderniteyi kurdu. Kant, modern dünyanın en büyük adamı. Kendisine rakip olarak Eflatunu görüyor. Şöyle bir paradoks var. Modern düşünceyi savunanlar da karşı çıkanlar da Kantçılardır! Şurada, bu kadim meydanda toplanmamız aslında tarihi yeniden yapmaya talip olduğumuzu gösterir. Şu an bu binaların ruhunu bilecek durumda değiliz. Bunları yeniden inşa edecek durumda değiliz maalesef! Burada, araya giriyorum. Ve okuyucuyu kışkırtmak istiyorum! Bu binaları yeniden inşa etmenin yeterli olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu binalara benzer yapıların; tam olarak bu kalitede olmasa da en azından bizim, yeni mi eski mi olduğunu fark edemeyeceğimiz bir şekilde inşa edildiğini gördük. Seyahat boyunca zaman, mekân ve zemin ilişkisi üzerine tefekkür ettim. Şu sonuca vardım. Yusuf Hocamın sık sık vurguladığı üç Z’yi kaybettik. Müslüman zamanı, Müslüman zemini ve Müslüman zihni. Dolayısıyla bu üçü birlikte olmayınca, Buhara Registan’ındaki eserlerin tıpkısının yapılması yeterli olmuyor ve olmayacak ta! Daha açık bir ifadeyle; Osmanlı İmparatorluğu’nun Fatih Sultan Mehmet dönemini düşünün… İslâm Medeniyeti hâkim konumda. Peki, ne sayesinde? Üç Z’nin inşası için verilen gayret sayesinde!

Ders notlarına devam ediyoruz. Buhara, ayakta ölen şehir! Tekrar parantez açıp yorum yapıyorum. Emir Timur, hakkında hem çok kötü şeyler söylenen hem de çok iyi şeyler söylenen yenilgi yüzü görmemiş büyük bir komutan. Emir Timur’u bütüncül olarak ele almalıyız diye düşünüyorum. Ondan hakkıyla istifade etmek için tarihi, objektif bir şekilde okumalıyız. Bunu henüz yapabilmiş değiliz, maalesef!

Yusuf Hocam, hakikaten çok güzel cümleler kuruyor. Buhara Registan’ı, bütün o haşmetiyle dize gelmiş, kulak kabartıyor sanki, tarihi avucunun içinde tutan adama…  İslâm Medeniyeti, şiir medeniyetidir. Timur’un başkenti Herat. Hüseyin Baykara vezir ve şair bir adam! Yusuf Hemedanî, tasavvuf yoluyla Türklerin Müslümanlaşmasına vesile oluyor. Hoca Ahmed Yesevi, her şeyden önce Türkçeyi Müslümanlaştırıyor ve bu yolla gönülleri fethediyor.

Hotelimize dönüp teras katta Özbeklere has tabak şeklindeki porselenlerden çayımızı içiyoruz sohbet eşliğinde. Kalan Minaresi, arkamızda. Kalan’dan geriye çok güzel bir sohbet kaldı! Gece gece tarih yazıldı Kalan Minaresinin hemen önünde. Minare, Cengiz Han döneminde bile yıkılamamış, öyle anlattı rehberimiz Yıldız kardeş. Demek ki nasibimiz varmış. Bilginin çok hızlı elde edildiği ancak insanlığın gittikçe kaybolduğu modern bir çağda, Yusuf Hocamızın, sırtını kendisine vererek yapacağı harika sohbete/derse tanıklık edecekti Kalan Minaresi. Belki de bu ders bir dua olacaktı ona ve hepimize: Müslümanlar yeniden tarih yapacak ve Kalan Minaresi yeniden dirilecek tıpkı o eski zamanlardaki gibi…

Herkes dağıldı. Terasda bir ben kaldım bir de İsrafil abi. Daha sonra Muhammed kardeş de  bize katıldı. Uykusu kaçmış. Biraz sohbet ettik hep birlikte. Sonra istirahat. Sabah, gündüz gözüyle Buhara’yı keşfe çıktık. Yazının [MY25] başında hatırlarsanız şunu ifade etmiştim. Tarihi yerlerle ilgili bilgiden çok, Yusuf Hocamın kullandığı kavramla ifade edeyim mükâşefe tecrübelerimi yazıyorum!

Buhara’yı dolaşırken bir yerde şöyle bir not almışım. İslâm Medeniyetinin kalbi olan şehirlerin tarihi mekanlarında çaplı araştırma kürsüleri kurulabilir. Merkezinde de İstanbul olabilir. İstanbul, bunu hak ediyor gerçekten. Sadece Süleymaniye Camii bile bunu hak ettiğini göstermeye yeter! Bunu, pekâlâ Yusuf Kaplan MTO vesilesiyle yapabilir. Neden olmasın ki!

Medreseler… havuzlar… gördükten sonra şehrin arka sokaklarından Çar Minareye varıyoruz. Dört minareli küçük eser, Niyaz Kul adında hayırsever bir tüccar tarafından yapılmış. Hindistan’da gördüğü eserin aynısını ticaret için geldiği Buhara’da yaptırmış. İşte örnek alınması gereken zengin tüccar. Hayırda harcamak için kazanan zengin.

İsmail Semainin türbesini ziyaret ediyoruz. Özbekler, çok seviyorlar bu zatı. Moğol istilası döneminde türbenin yıkılmaması için kuma gömüyorlar! İsmail Semainin türbesi, Buhara’nın başkent olmasını sağlamıştır 9. Yy.’da. Buhara, Samaniler döneminde başkent iken, hekimlerin piri İbn-i Sina, devletin baş vezirliğini yapmıştır. Şehri dolaşırken hocamızla sohbette ediyoruz. Hocamız, popülizm kültürünün eğer önlem alınmazsa 20 yıl içinde camilerde gördüğümüz canlılığı yok edeceğini haklı olarak dile getirdi. Camilerdeki canlılığı, bu gördüğümüz eserlerin ruh dinamiklerini harekete geçirecek bir entelektüel kuşak yetiştirebilirsek koruyabiliriz ancak popülizm kasırgasına karşı!

Bala Havuz Külliyesinin Cuma Mescidinin önündeki havuz vesilesiyle, caminin, girişteki ahşap işlemeli 20 sütunu havuza yansıyınca 40 sütun oluyormuş. Şiir gibi medeniyet bu işte… İslâmî bir dirilişin olduğunu camilerdeki gençlerden anlıyoruz. Bu bir umut ancak gelecekteki tehlikeyi de ifade etmiştik. Bu canlılığın korunmasını temenni ediyoruz. Öğle namazını bu güzel camide eda ettik. Namazdan önce Abdülkerim Saidoğlu Hocayla tanıştık. Sohbet ettik. Sovyetler döneminde yaşadığı baskıları anlattı. İslâmî eğitim için verdiği mücadeleyi ve çektiği sıkıntıları anlattı. Ve bu önemli sırrını ilk defa bize açtı. Selçuklu soyundan olduğunu ifade etti. Bunu daha önce hiç kimseye söylemediğini söyledi. Kendimizi bahtiyar kabul ettik. Çünkü Molla Abdülkerim, bizleri kendine çok yakın gördüğü için en mahrem sırrını bize ifşa etmişti. Yusuf Hoca’yı çok sevdi. Karşılıklı iletişim bilgilerini aldılar. Çok samimi bir musafaha yapıldı ve yine ayrılık…

Planımıza göre hotelden çantalarımızı almadan önce Kalan Minaresini gündüz gözüyle görüp tren istasyonuna gidecektik Semerkant’a geçmek için. Ancak geç kalmıştık. Bu sebeple eşyalarımızı alıp doğruca istasyona geçmemiz gerekiyordu. Yolda Kalan Minaresi üzerine şöyle espriler yapıldı. Kalandan kalanlar, gecede kalanlar oldu; Kalan’dan kalanlardan Allah(cc) razı olsun. Her iki espri de hakikaten çok güzeldi ve epey bizi güldürdü.


Buhara’dan aslında dün akşam ayrılmıştık Nakşibendi Hazretlerinin huzurundan ayrılınca! Ancak Buhara’yla Nakşibendi Hazretleri bir olduğundan/birlikte anıldığından hala gönlümüze su serpebiliyorduk! Kendi kendimizi yeniden teselli etmeliydik Hive’de yaptığımız gibi. Ey Buhara! Nereye gidersek gidelim ruhumuza, o güzel kokun/mana kokusu sindi. Bu kokuyu gidermek ne mümkün. Sen, bu koku vesilesiyle üzerimizdesin. Sana misafirken bize cömertçe hediye ettiğin sekineyle ruhumuzdasın. Üzülmek yok ikimize de. Çünkü bizimlesin, biz de seninleyiz ey gönüllere güzellikler nakşeden Buhara/Şah-ı Nakşibendi Hazretleri…

Seyfullah Yiğit

1988'de Bingöl'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamladı. Çankırı'da Uluslararası İlişkiler Bölümünü okudu (2009-13). İstanbul Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansını tamamladı (2014-16). İstanbul Ticaret Üniversitesinde aynı bölümde başladığı doktora programını yeterlilik sınavına girdikten sonra bıraktı. Ticaret ve ziraat'le iştigal etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Oku-mak için OKULLU olmaya gerek olmadığına inanmaktadır.

Recent Posts

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Burası Mısır mı? 5 Kasım Salı’yı, 6 Kasım Çarşamba’ya bağlayan gece Mısır’ın güney şehirlerinden olan…

3 hafta ago

KUR’AN TİLAVETİNİN BAŞ ÜLKESİ MISIR’A SEYAHAT…

Neden Mısır? Hikayesi olmayan bir şey var mı diye sormama gerek yok, çünkü her şeyin…

1 ay ago

MAKBUL ŞAHSİYETLERİN AYKIRI GİBİ GÖRÜNEN SÖZLERİNE DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit hocamızın kaleminden çok önemli ve insaflı bir yazı…) Yaşadığı zamanın Taftazanisi ve Seyyid…

2 ay ago

ERZİNCAN KAMPI

(MTO Akademik Yaz Kamplarının ilki olan Erzincan Kampını, MTO Erzurum Erkek Talebe Temsilcimiz Hüseyin Albayrak…

4 ay ago

HZ. AİŞE’NİN (radiyallahu anhâ) EVLİLİK YAŞINA DAİR..

(Prof. Dr. Metin Yiğit kaleminden…) Batılı inkarcılar ve onların fonladığı çevreler yaman bir çelişki içerisindedirler.…

6 ay ago

İSKİLİPLİYİM BEN…

         Samsun’da ikamet eden Samsun Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) Temsilcimiz Muharrem Kartancı hocamız, memleketi İskilip…

11 ay ago