Her şehrin kendine özgü bir ruhu vardır. Özbekistan seyahatimizi yazarken hem şehir sıralamasına dikkat ediyoruz hem de yazılacak şehrin ruhumuzda demlenmesini bekliyoruz. Dolayısıyla Semerkant’ın ruhunu yazabilmek için de sadece Semerkant’a gitmek yeterli olmuyor, o ruhu da yakalamak gerekiyor. Peki, Semerkant’ta biz o ruhu yakalayabildik mi? Yakaladık. Ancak o ruhun, ruhumuzda demlenip iyice kıvam bulması gerekiyordu. Ta ki ruhlu bir ‘masal şehir’ Semerkant yazısı yazılabilsin. Semerkant ruhu demini aldı. O zaman başlıyoruz…
Buhara’dan Semerkant’ta trenle geçtik. Yolculuklarda ters tarafa oturmayı pek sevmem. Ancak Yusuf Hoca’yla ters koltukta yolculuk yapıyorduk. Hoca için sorun değildi. Benim için ise sorundu. Baş ağrısı yapıyordu normalde. Ancak bu sefer ters koltukta yolculuğumuz farklı oldu. Yol güzeldi. Yolculuk güzeldi. Bizleri yola revan eden yol arkadaşımız/hocamız güzeldi. Bütün güzellikler bir olunca ters koltukta yolculuk yapmak da sorun olmaktan çıkmış oldu. Tren yolculuklarımızda Yusuf Hocamız, dikkatimi Türkistan’ın en güçlü kalemlerinden olan Cengiz Aytmatov’a çekti. Aytmatov’un yöre insanını çok iyi tanıdığını ve bunu kitaplarındaki kahramanların şahsında güzel anlattığını ifade etti. Yazarın, ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanındaki kahramanları ve tasvirleri Hocamızı haklı çıkarmaya fazlasıyla yetiyor. Stalin döneminde Sarı Bozkırda bir tren istasyonunda eşiyle birlikte hayatını idame eden Yedigey ve diğer kahramanlar üzerinden Aytmatov, Orta Asya insanını her yönüyle çok başarılı bir şekilde resmediyor.
Su kaynakları çok önemlidir ve tarih boyunca insanlar verimli su kaynaklarına yakın yerlerde yerleşim alanları kurmuşlardır. Semerkant da, Amuderya (Ceyhun) nehrinin bir kolu olan Zereşfan yakınında kurulmuş. Semerkant, birçok kez istilalara uğramış, en ağır istilaya ise Cengiz Han döneminde uğramıştır. Şehir, ancak bir asır sonra Emir Timur döneminde yeniden parlak dönemine kavuşturulmuştur.
Tarihin akışını Zerefşanla el ele vererek değiştiren masal şehir Semerkant’a iki üç saat sonra vardık. Tren garının mimarisi, işlemeleri, şehrin güzellik anlayışının asırlardan bu yana oluşan derinlikli bir tecrübenin neticesi olduğunu gösteriyordu. Semerkant Registan’ına/Meydanına çok yakın, genişçe bir yeşilliğin içinde şirin bir hotele yerleştik. Sovyet döneminde yapılan bu park gibi yeşil alanında yaya yolu bile çok genişti, arabaların geçebilecekleri kadar geniş. Aklıma III. Napolyon’u getirdi. 19. Yy.’da Paris sokaklarını çok geniş yapmıştı Napolyon. Derdi, millete hizmet etmek değildi tabi ki. Olası bir halk ayaklanmasında top arabalarını sokaklarda rahatça kullanıp isyanı bastırmak için aldığı bir önlemdi aslında. Ama işe yaramıştı. Fransızlar hala bu geniş sokaklardan istifade ediyorlar. Sovyetlerin de burada yaptığı şey, Napolyon’unkinden farklı değildi.
Hotelimizde biraz dinlendikten sonra teras katı tarihi eserlere bakan güzel bir restoranda gittik. Yemek, sohbet derken saat ilerledi. Hava çok güzeldi. Her taraf yeşillik. Yürüyerek Semerkant Registan’ına gitmeye karar verdik. Seyahatimiz boyunca en çok sevdiğim şeylerden biri de gecenin sessizliğinde, ay ve yıldızların refakatinde, yemyeşil çimlerin eşliğinde, üzerimize serinlik yayan ve aynı zamanda kulaklarımızı yaprak hışırtılarıyla çıkardıkları fıtri melodilerle dinlendiren ağaçların arasından, güzel dostlarla yürüyüş yapmak oldu. Ne güzel bir yoldu. Acaba yapraklar… hışırtılarıyla bizlere neler söylediler… Semerkant göğünde ışıklara rağmen az da olsa görülebilen yıldızlar… bizim için ne konuştular… sokak lambalarının ruhsuzluğunu anlatmış olabilirler mi birbirlerine… ay, bizim için ne kadar üzülmüştür! Yitirilmiş bir cennetin idrakinde olan bu bir avuç inanmış insanın, ruhsuz sokak lambalarının ışığıyla yol almalarına ne kadar içerlemiştir kim bilir… ruh diye yola çıkanların fıtri ay ışığıyla yol almalarının gerekliliğini konuşmuş olabilirler mi? Olabilir. Yıldızlar ve ay, evet, buldum işte, kesinlikle bunu konuşmuşlardır. Bizler kendi aramızda sohbet ederken onlar da bunu konuşmuşlar. Hakikaten ne güzel olurdu. Yıldızların ve ay ışığının altında masal şehir Semerkant’ın sokaklarından yürüyerek tarihi Registan meydanına gidip tarihi konuşmayı da yine bu fıtri ışıklar altında yapmak… masal gibi mi oldu yoksa? Oysa Semerkant ruhunun demlendiğini söylemiştik.
Mustafa Hoca’yla yol boyunca sohbet ettik. Bir işaret bekliyorduk. Nereden bilebilirdik ki, o işaretin yanımızda olduğunu! Şaka yapıyor gibiydik ama şaka falan değildi. Evet, Semerkant’taydık. Uluğ Bey’in, Emir Timur’un torunu olan büyük alimin; Semerkant’ın, ilim şehri olmasında çok büyük katkısı olduğu yerdeydik. Ancak ruhumuz neredeydi? O bizimle trene binmemişti. Buhara da mı kalmıştı yoksa? Evet, kesinlikle Buhara’daydı. Bizler… modern dünyaya meydan okuyan ve kendini ruhlu insanlar olarak adlandırmaktan çekinmeyen bizler… Evet, bizler de bir paradoks yaşıyorduk! Neticede modern dünyada yaşıyorduk ve baş döndürücü hızla ilerleyen çağın ağlarına takılabiliyorduk. Ruh ve beden bütünlüğünü yine koruyamamıştık. Fiziki olarak, hızla ilerleyen zamana uymuştuk ama zamanı yaşamıyorduk! Bu sebeple bir boşluk vardı içimizde. Neden İmam Buhari’nin soluğunu ensemizde hissetmiyorduk? İmam Maturidi’nin, geçtiğimiz yerlerden geçebilme ihtimalini neden düşünüp heyecanlanmıyorduk? Yoksa biz turist mi olmuştuk? Hayır. Ancak geçici de olsa bu ruh haline bürünebiliyorduk. İşte, Mustafa Hoca’yla, meydana giderken yaptığımız o uzun yürüyüşte aradığımız şey, ruhumuzu bize çağıran şeydi, o şey her ne ise artık…
Semerkant Meydanındayız. Tarih, 9 Temmuz Pazar ve Özbekistan’da bugün seçim var. Seçim havası yok. Seçimin galibi, eski Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev. Erdoğan Türkiye’de yeniden Cumhurbaşkanı seçildiğinde, diğer Müslüman ülkelerde olduğu gibi Özbekistan’da da bir bayram havası yaşanmıştı! Türkiye, beklenendir sözü öylesine söylenmiş bir söz değil. Bunu, burada idrak etmeyeceksek nerede idrak edeceğiz merak ediyorum doğrusu! İnsanlar, tarihi meydanın dışına yapılmış park alanını doldurmuş vakit geçiriyorlar. Karşılarında, bariyerle kapatılan meydanın içinde yer alan İslâm’ın baş yapıtlarından habersiz gibiler… ufkun ötesini gösteren bir meydan. Aslında cennetten bir iz taşıyan meydan demek daha doğru gibi. Cennet, sonsuz sürur yeri… Semerkant Registan’ındaki eserler… sonsuz sürur yerinin dünyadaki mücessem örneklerinden biri… iman, imkandır sözünün vücut bulduğu yerdir aynı zamanda Semerkant Registan’ı…
Görevliden izin alıp meydana girdik. Güvenlik görevlisinin sandalyesini de ödünç aldık. Hocamız, meydanda yer alan üç abidevî eserin tam ortasında, karşılıklı birbirine bakan iki eserin bariyerlere doğru bitiş sınırında, sandalyede oturdu. Hocamızın yüzü, bariyerlerin önünde basamak gibi yapılan alanda duran insanlara bakıyor. Arkasında, Tillekârî Medresesi; sağında, Uluğ Bey Medresesi; solunda ise, Şirdâr Medresesi. Semerkant Meydanında en son ne zaman ders olmuştu? Ya da bu meydanda ders yapmayı dert edinen kaç kişi çıkmıştı on yıllarca… hocamız, söz vermişti. Ve burada da sözünü tutacaktı. Buhara Meydanında tuttuğu gibi… bizler de hocanın etrafında halka yapıp yerde oturmuştuk. Heyecanlıydık. Ruhumuzun bize doğru geldiğini hissediyorduk. İşaret, sandalyede oturan adamdı. Aşkın ruh haliyle yapılan ders, bunu kesinleştirmişti!
Yusuf Hoca, Registan Meydanında ders yapıyor. Kim tutabilir ki onu? Anlattıkça açılıyor… açıldıkça coşuyor… sanki bu meydandaki medreselerde tahsil görmüş ve hocası Uluğ Bey kendisini izliyor gibi anlatıyor… bana ayırdığınız kıymetli vaktinizin hakkını veriyorum dercesine ders yapıyor Yusuf Kaplan…Uluğ Bey’in nefesini ensemizde hissediyoruz… talebe olmanın yeter şartının aynı çağda yaşamak olmadığını gösteriyor bu ders… ama nasıl bir ders? Bütün İslâm beldelerini tek bir çatı altında görebilmenin mümkün olduğu inancını katî bir şekilde zihin ve ruh dünyamıza yerleştiren; yeşertici, ufuk açıcı, bütün hücreleri heyecan getiren müthiş bir ders…
Kalemim elimde. Hocanın dediklerini mi yazayım yoksa dinlediklerimin zihnimde uyandırdığı tefekkürümü mü yazayım? Şaştım kaldım doğrusu. Semerkant’ta, işte şimdi gelmiştik bir bütün olarak… aldığımız notlara gelirsek şöyle derlemek mümkündür.
Bu meydan, şu anda öksüz aslında. Bu meydandaki medreselerden dünyadaki medeniyetlerin kodlarını okumak mümkündür. Tek başına İslâm Medeniyetinin geldiği zirveyi, sadeliği, tevazuyu gösteren bir meydan. Bu çapta başka bir meydan yok! Dolayısıyla burası çok önemli. Ve maalesef bu mekanlar ölü şu anda. Neden? İnsanlarla doğru bir iletişim yok. İletişimsizlik durumu var. Sadece Özbekleri kastetmiyoruz. Bütün Müslümanların durumu bu. Kendini tanımıyorlar. Şöyle de bir şey var. Burası en azından direncin, dirilişin sembolüdür. Tarih, tarih oldu. Tarihin önünde sürükleniyoruz. Bu meydanda gökle kökün buluşması var. Gökle kökün, maviyle yeşilin buluşması var, burası önemlidir. Uluğ Bey, ömrünü ilme adayan bir vali. İdarecilik yaptığı kırk yıl boyunca ilimle iştigal etmiş, ilim ehli insanlara kol kanat gererek Semerkant’ın bir ilim şehri olmasında büyük katkı sağlamıştır. Yazdığı eserler hala klasik İslâmî eğitim veren medreselerimizde okutulmaktadır. Çok yönlü bir alim olan Uluğ Bey, astronomi ilmiyle de iştigal etmiştir. En iyi öğretmen şehirdir. Çünkü üç zamanı; mazi, şimdi ve istikbali aynı anda yaşayan şehirdir! Bir medeniyet fikrine ulaşamadan buraların kodlarına ulaşamayız. Ciddi bir entelektüel atılım şart. Çift kanatlı insanların yetişmesi gerekiyor. Başka şekilde insanlığın ortak birikimini harekete geçiremeyiz. Buraya dikkat etmeliyiz. Afrika’da her şeye rağmen insanlar, İslâm’la direniyorlar. Özbekistan’daki insanlar, bu meydandaki dinamizmi harekete geçirerek bir sistem inşa edemezlerse çok değil yirmi yıl sonra popüler kültürün saldırısına yenik düşüp yok olabilirler. İslâmî canlılığa sevinmeli ancak burayı tehdit eden popüler kültür tehlikesini de görüp önlem almalı.
Pazartesi günü sabahtan Semerkant’ı keşfe çıktık. Emir Timur’un eşi için yaptırdığı Bibi Hatun Camii çok güzeldi. Ancak buranın müze olarak kullanılması üzdü bizi. Bu camii, İslâm’ın kadına nasıl değer verdiğinin güzel örneklerinden sadece bir tanesidir. Daha sonra Özbekistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Kerimovun türbesini ziyaret ettik. Kerimov, hayattayken inşa etmiş türbesini. Üzerinde ayetler… Türbenin dışında oturma yerleri… Yanında bir Hafız. Ara ara Kur’an okuyor. Kerimov, İslâmî birçok hizmetin yayılmasını engellemesine rağmen, tarihle olan bağını koparmamış. Ulusalcılar gibi kendisine bir anıt inşa ettirmemiş. Mezarına çiçek konulmuyor. Dua ediliyor, Kur’an okunuyor. Ve mezarını Timur’un başkenti Semerkant’a yapıyor, burası çok önemli. Kendisini her şeye rağmen yine kendi tarihiyle var etmek istiyor. Bu durum Özbek halkında da mevcut. Seküler yaşayan Özbekler, Türkiye’deki sekülerler gibi İslâm’a düşman değiller! Selam vermede sizden daha aceleciler.
İmam Maturidi’nin türbesi çok sakin ve güzel bir yerde yapılmış. Mezar, güzel bir bahçenin içine, bölgeye has bir mimariyle sade bir türbenin içine yerleştirilmiş. Manevi atmosferi oldukça yüksek bir yer. İmam, 872’de doğmuş ve hayatı ilim, irfan ve hikmetle geçmiş. Mutezileye karşı mücadele etmiştir. Türbe ziyaretinden sonra bu sefer gündüz Semerkant Meydanındayız. Medreselerin içini geziyoruz. Ali Kuşçu, Uluğ Bey’in talebesidir. Eskiden medrese olan bu yerler şimdi müze! İçinde sarıklı, cübbeli maketler var. Bu maketler… buraya gelenlerin çoğunluğunun turist olduğunu gösteriyor! Burada meşhur hattat Abdülcelil Hocayla tanıştık. Bu arada, meydanı gezerken bize İmam Buhari Uluslararası Eğitim Merkezinden Yoldaş Han Hoca ile Türkiye’den misafir araştırmacı olarak gelen Cuma Hoca eşlik ettiler.
Abdülcelil Hocayla konuşurken konigil adında çok kaliteli ve ilk olarak Orta Asyada kullanılan bir kâğıttan söz edildi. Bu kâğıt, dut kabuğundan yapıldığı için dayanıklı ve sağlamdır. Abdülcelil Hoca, bu kâğıt üzerine bir Kur’an yazmış ve müzede sergileniyor. Çok iyi bir hattat olduğu eserinden belli oluyor. Uzun bir işlemden sonra hazırlanabiliyor meşhur Semerkant kâğıtları. 500-600 yıllık Semerkant kâğıtları varmış hala! Müze içinde dev bir tablo gördüm. Avrupalılara benzeyen beş adam. Rehberimize sordum. Avrupa’dan, Uluğ Bey’den ders almak için gelen gök bilimcileri olduğunu söyledi. Biz kimiz sorusunu sormalıyız değil mi her seferinde yeniden kendimize… Türkiye’deki hattat Hasan Çelebi’nin Abdülcelil Hoca’nın üstadı olduğunu da eskiden medrese şimdi müze olan yerden çıkarken öğreniyoruz.
İmam Buhari’nin türbesini ziyaret etmek için, türbenin de içinde olduğu İmam Buhari Uluslararası Araştırma Merkezine gittik. Yemekte sözleştik Yoldaş Han Hocayla. Cuma Hocayla onlar birkaç saat öncesinden gittiler araştırma merkezine. Biz de daha sonra gittik. Bizleri kapıda karşıladılar. Namazlarımızı eda ettik. Merkezi gezdik. Hocamız, kısa bir konuşma yaptı. Taşkent trenine kavuşmak için hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. İmamın türbesi tadilatta olduğu için uzaktan ancak bir Fatiha okuyabildik. Buhara’daki gibi nasiplenememiştik! Her şeyin hayırlısı olsun…
Semerkant’ın ekmeği meşhur. Tren garında beklerken ekmek alanlarımız oldu. Uzun süre dayanıklıymış. Bayatlamıyormuş. Eskiden savaşlarda bu ekmek tercih ediliyormuş. Buhara ekmeği gibi yuvarlak, nakışlı ancak daha kalın bir ekmek.
Bu düşüncelerle veda ediyorduk masal şehir Semerkant’a ama şimdilik… bu seyahat, pergelleri açıyor. Ufukları açıyor. Yeni keşiflere kapı açıyor. Dolayısıyla bu sıradan bir gezi değil. Olağanüstü, sıradışı bir seyahat bu… ve devam ediyor Semerkant’tan şimdiki başkent, Taşkent’e doğru trenle…