1. Kur’ân ve Sünnet tarafından belirlenen değer, ilke ve hükümlerin zamanla değişmesinden söz edilebilir mi?  

Şer’î ilimler bağlamında “değer” denince benim aklıma iki kavram gelmektedir: Makasıd-ı Kur’âniyye ve makasıdu’ş-şeria. Makasıd-ı Kur’âniyye tabiri tefsircilere, Makasıduşşeria kavramı ise usulcülere ait bir kavramdır. Makasıd-ı Kur’âniyye; tevhid, nübüvvet, haşir ve adaleti ifade ederken; makasıdu’ş-şeria ise dinin korumayı hedeflediği din, can, nesil, akıl ve neslin korunmasını anlatmaktadır. Bu ilkeler, nasların incelenmesi sonucu tümevarım yoluyla elde edildikleri için zamanla değişime uğramaları düşünülemez. Zaten bunların sabiteliği noktasında insanlar arasında ciddi bir ihtilaf da söz konusu değildir. Mesela adalet her zaman arzulanan ve istenen bir şey olarak telakki edilegelmiştir. Ancak adaletin somut olarak neyle gerçekleşeceği konusunda farklılıklar ortaya çıkmaktadır. İnsanların vahye ve ilahi hidayete ihtiyaçları da bu noktada belirmektedir. Bir Müslüman için adalet Kur’ân ve Sünnette yer alan tikel çözümlerle mümkündür. Biraz daha somutlaştırarak söyleyelim. Mesela miras hukukunda adil taksimat nedir, ceza hukukunda en adil ceza hangisidir, muamelata ilişkin anlaşmazlıklarda en adil çözüm nedir sorularının cevabı benim açımdan naslarda yer alan somut ve tikel çözümlerdir. Aksi taktirde ilahi vahyin en temel özelliği olan “hidayet/klavuzluk” vasfı ortadan kalkar.

Hükme gelince, hükmün değişeni olduğu gibi değişmeyeni de vardır. Ana hatlarıyla söyleyecek olursak değişken bir gerekçeye bina edilen hükümler değişir. Bunun haricindekiler ise değişmez.

2. Değişim söz konusu olduğunda bunun sınırları nasıl belirlenmelidir? Bu hususta ölçüt ya da ölçütler nelerdir?

Değişimle muhtemelen ahkamın değişimi kastedilmektedir. Uç yaklaşımları bir tarafa bırakırsak geçmişten günümüze ulema nasların istikrasından şu sonuca ulaşmıştır: Hükümler zahir, munzabıt ve münasib vasıflara yani illetlere bina edilir. İlletin değişmesi halinde hüküm değişir. Bunun haricinde bizim çıkarsadığımız subjektif gerekçelere bağlı olarak bir değişim olamaz. Meşhur örnek üzerinden meramımızı anlatalım: Yolculukta namazlar kasredilir. Bu hükmün illeti somut ve açık olan “sefer”dir. Hikmeti ise “sıkıntıyı gidermek”tir. Hikmetler genelde zahir ve munzabıt olma özelliği taşımazlar. Bu nedenle Hz. Peygamber ve sahabe tatbikatında hükmün zahir ve munzabıt olmayan hikmete bağlı olarak değiştirildiğine dair hiçbir örnek yoktur. Aksi taktirde konforlu yolculuk yapan birinin namazı kasr edememesi veya ikamet halinde sıkıntıya maruz kalanların namazı kasr edebilmesi gerekirdi. Ancak bu doğrultuda herhangi bir uygulama ve açıklama aktarılmış değildir. Bu yaklaşım ibadet alanıyla sınırlı olmayıp muamelat alanı için de geçerlidir: Mesela müşterek bir maldan bir hissenin satılması halinde eski ortaklara şuf’a, yani “ön alım hakkı” tanınmıştır. Bu hükmün yegane illeti, şuf’a talebinde bulunanların ortaklığıdır. Hikmeti ise eski sahipleri, yeni ortaktan doğabilecek zararlara karşı korumaktır. Yeni ortağın son derece zararsız biri olması halinde de hüküm değişmez. Ne Hz. Peygamber ne de sahabe ve müçtehid imamlardan bu konuda aykırı bir nakil bulunmaktadır.

İşte bu ve benzer uygulamalardan hareketle müçtehitler şu formülü ortaya koymuşlardır: Hükümler hikmete değil, illetlere bağlıdır. Tabi şunu da belirtmek gerekir. “Hikmetle talil yapılmaz” derken zahir ve munzabıt olmayan hikmetleri kastediyoruz. Dolayısıyla zahir ve munzabıt olan ve dayandığı “asl”ı devre dışı bırakmayacak şekilde hikmetle talil yapılabilir. Örneğin içki yasağının hikmeti, içkinin “öfke ve düşmanlık sebebi” oluşudur. Aynı özelliği taşıyan oyun ve etkinlikler de içkinin hükmüne tabidir. Ancak «düşmanlık yapmadan içki içebiliriz» denilmez.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Nas ile konulmakla birlikte işlevini artık yerine getiremeyen “onlar (düşman) için kuvvet ve besili atlar hazırlayın” emri ya da misvak kullanmak gibi vesile hükümler hakkında ne söylenebilir?

Ayetteki “besili atlar” bir fariza olarak bize sunulmamıştır. Konunun örneklenmesi bağlamında verilmiştir. Arapçanın üslup ve özelliklerine aşina ortalama bir okuyucu Kur’ânı dikkatle incelediğinde Kur’ân’da birçok yerde “zikru’l-hass ba’de’l-âmm” dediğimiz “genel ifadeden sonra özel örneklerin zikri” hususuyla karşılaşır. Mesela Asr suresinde bütün insanların hüsranda olduğu ifade edildikten sonra “iman ve salih amel ehli olan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler” istisna edilmektedir. “Hakkı ve sabrı tavsiye” aslında “salih amel” kapsamında olduğu halde “salih amelden” sonra tekrar zikredilmiştir. Şimdi bu üsluptan: “Salih amel”in sadece “hakkı ve sabrı tavsiyeden ibaret olduğu” anlaşılmadığı gibi “düşmana karşı kuvvet ve besili atlar hazırlayın” ayetinin zahiri delaletinden de “kuvvet”in “besili atlar”a münhasır olduğu da anlaşılmamalıdır. Besili atlar ifadesi genel bir ifade olan “kuvvet”in akabinde örnek olarak zikredilmiştir. Genel geçer olan şey, örnek değil, örnekten önce zikredilen “kuvvet hazırlamak”tır. Benzer bir kullanım “melekler ver ruh iner” mealindeki ayette de söz konusudur.

Misvak örneğine gelince, misvak konusu maalesef yanlış anlaşılmaktadır. Doğrusu “misvak” ne belli bir ağaçtan elde edilen meşhur cismin adıdır, ne de hadiste geçen “sivak” o cisimle yapılan temizliğin ismidir. Halk arasında meşhur olan ağacın kaynaklardaki adı, misvak değil, “el-erâk”tır. Hadislerde geçen “sivak” ise genel manada “ağız ve diş temizliği”ni ifade etmektedir.

3. Değişim gerçekleşirken “nasları, moderne/olguya tabi kılma” şeklinde endişe ve eleştiriler gündeme gelmektedir. Mesela kat’i nasla sabit olan bir hükmün değişmesi, nassı olguya feda etme anlamına gelir mi? Sizce bu endişe ve eleştirilerin haklılık payı bulunmakta mıdır?

Modern dönemde genelde yapılan şey kelimenin tam manasıyla sübjektif hikmetlerle talildir. Yani okuyucu kendi verili dünyasından hareketle Kur’ân’daki hükümlerin bazı hikmetlerini tespit etmeğe çalışmaktadır. Buradan, Kur’ân’da yer alan somut ve tikel çözümlerle karşılaştığı sorunların çözülemeyeceğini düşündüğünden nastaki tikel hükümlerin değişmesi gerektiği sonucuna gitmektedir. Mesela Kur’ân’da yer alan mirasa ilişkin açıklamalardan maksadın adil taksimat olduğunu, günümüzde adil taksimatın söz konusu tikel çözümle gerçekleşemeyeceğini dolayısıyla farklı bir taksime gitmek gerektiğini savunur. Tabii ki bunu “Kur’ânda yer alan oranların ilahi sınırlar olduğu” uyarılarına rağmen yapar. Ceza ve muamelata ilişkin konularda da benzer şekilde hareket eder.

Bu mantıkla hareket edildiğinde Kur’ân ve Sünnette yer alan birçok sabiteyi zedelemekle karşı karşıya kalırız.

Bu yaklaşımın gerekçesi olarak ileri sürülen Hz. Ömer uygulamalarının konuyla alakası yoktur. Hz. Ömer bütün içtihatlarında -sanıldığının aksine- nassları hakkıyla anlayıp gerektiği gibi tatbik etmiştir. Bazen değişen illete bağlı olarak uygulamayı değiştirmiş, bazen mübah bir ameli doğuracağı olumsuz sonuçlardan dolayı askıya almış -usuli bir ifadeyle belirtmek gerekirse- seddi zeriaya başvurmuş, bazen de cezayı uygulama şartları tahakkuk etmediği için hükmü uygulamamıştır. Bunların hiçbiri nassa rağmen içtihat olarak görülemez.

4. İnternet ve sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre kuşattığı bir çağda yaşıyoruz. Aileden uluslararası ilişkilere, temel hak ve hürriyetlerden küresel ticarete, fıtrat ve nesep meselelerinden gen teknolojisine kadar çok boyutlu ve karmaşık bir hal almış bulunan gelişmelerle karşı karşıyayız. Bu şartlar karşısında değişimin nasıl yönetileceği ile ilgili neler söylersiniz?

Önceki sorulara verdiğimiz cevap bu soruya da yaklaşımımızı netleştirir kanaatindeyim. Değişim insanın hayatının bir gerçeğidir. Değişim sürecini şu şekilde karşılayabiliriz:

  • Öncelikle dünyanın şu anki halinin mümkün olan yegane durum olmayıp aşılabileceğini bilmeliyiz. Sadece olumsuzluklara bakmamalı buna karşın sahip olduğumuz imkanların da farkında olmalıyız. Bilgi ve değerler noktasında sahip olduğumuz zenginlikleri idrak edip özümsemeliyiz.
  • İçinde yaşadığımız çağı ve bizi etkileyen düşünce akımlarını ve kurumları tanımalıyız. “Hüküm vermek, tasavvur etmekten sonra gelir” prensibi gereği yaşadığımız zamanı ve zemini kavramak zorundayız.
  • Sahip olduğumuz imkanları ve içinde yaşadığımız gerçekliği kavradıktan sonra tevarüs ettiğimiz zenginlikleri hem söylem hem de eylem planında aktüel hale getirebiliriz.
  • Aktüelleştirmeyi yapan ve değişimi yönetmeye talip fert ve kurumların dinin zaruriyatına sadık kimseler olması ve içerden konuşan kimseler olmasına dikkat etmeliyiz. Bu noktada kollektif akılla hareket etmenin faydası ve bereketi inkar edilemez.
  • Değişimde sabite ile değişken ayrımına dikkat edilmelidir. İfrat ve tefrite düşmeden bir taraftan sabitelerimizi muhafaza etmeli diğer yandan zamanımızı tanıyarak gereken yenilikleri gerçekleştirmeliyiz.
  • Bu söylediklerimiz kısa zamanda ve hazır formüllerle gerçekleşecek şeyler değil. Bilgi ve basiretle, sabır ve teenniyle çalışmalı. Su akar mecrasını bulur inşaallah

5. Klasik usul birikimimizin modern insanın iktisadî hayatı yahut aile hayatıyla ilgili ihtiyaçları karşılamada yeterli olduğu söylenebilir mi? İki somut örnekle soruyu biraz daha açalım: Sözgelimi modern ailede eşlerin sorumluluk ve hakları (boşama yetkisi, nafaka, mal rejimleri vb.) yeniden değerlendirilmeli midir? Günümüz ticaret anlayışı çerçevesinde yeni bir faiz tanımına ihtiyaç var mıdır?

Furu için söylediğimiz şeyi klasik usul için de söyleriz. Usulun de kendi içerisinde sabitesi ve değişkenleri vardır. Değişkenden maksadım, içtihat ürünü olan bahisler ve prensiplerdir. İçtihadi olanlar geçmişte müzakere ve münakaşa edildiği gibi günümüzde de müzâkereye açıktır. Usule aşina olanlar, makbul ve gayri makbul bütün ihtimallerin, usulde enine-boyuna tartışılıp değerlendirildiğini bilirler. Vasat bir usul okuyucusu olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Tarihsellik” dahil modern dönemlerde usule dair ileri sürülen ve tartışılan hemen hemen her teori usul kaynaklarımızda da konuşulmuş ve tartışılmıştır. İsim ve etiketlere takılmadan bakabilenler bunu rahatlıkla görür.

Saniyen merhum M. Said Ramazan el-Butî’nin dediği gibi usul kurgunun değil, keşfin konusudur. Harici varlığa sahip ve hakikat özelliği taşıyan şeyleri biz ancak keşfedebiliriz. Usulcünün görevi, Nebevi beyanda ve lisanın yapısında var olan harici hakikatı keşfedip ortaya koymaktır. Modern dönemdeki alternatif usul eserlerinde böyle bir bakışın eksikliği açıkça hissedilmektedir.

Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Özü itibariyle Kur’ân’a ve Sünnet’e dayanan, sahabe ve müçtehid imamlar tarafından sistematize edilen yerleşik usul, vaki ve gayri vaki bütün problemleri çözebilecek bir potansiyele sahiptir. Tarihten günümüze karşılaşılan ancak usuli mekanizmalar çerçevesinde çözülemeyen hiçbir mesele olmamıştır. Günümüzde fıkıh konseylerinin devasa birikimleri ortadadır. Bankacılıktan gen teknolojisine kadar ortaya çıkan her mesele usul sistematiği içerisinde ihtilaflı ya da ittifaklı bir şekilde çözüme bağlanmaktadır. Bunca mesaiye rağmen yaşanan olumsuzlukları hala usulün yetersizliğinde arayanların göz ardı ettiği bir şey var: Ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir sistem kendisine riayet edilmediği sürece istenen sonuçları vermez. Mesela trafik sistemi mükemmeldir ancak buna rağmen trafik sorunları bitmek bilmiyor. İnsan unsuru tezkiye süzgecinden geçip arınmadıkça ya da asgari düzeyde de olsa bu doğrultuda belli bir mesafe kat edilmedikçe yapılan yeni tanımlamalar ve düzenlemeler hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

(Not: Metin YİĞİT’in Tevilat (cilt 1, sayı: 1, 2020) isimli akademik dergide yayımlanan röportajı: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1482037)

Share:

author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir