1.Gün: Yola Çıkarken ya da Umudu Yüklenirken…
Perşembe günü Bursa’nın koynundan İstanbul’un mavisiyle örülü yeni havalimanına adım attım. Yüreğimde heyecan, gözlerimse uçmanın özgürlüğüyle parlayan umutlarla doluydu.
Saatler ilerledi, İstanbul’un Bingöl’e uzanan kanatlarına biniş vakti geldi. Saat 12.30 uçağına bindim, bulutların üzerinde hayatın her köşesine dokunma şansına sahip oldum.
MTO’nun kurucusu Yusuf Kaplan hocamız ile aynı uçağa farklı kapılardan bindik, sanki kader bize sıradışı bir buluşma için oyunlar oynuyordu. Onun vizyonunu taşıyan uçak, farklı kapılarından ayrı ayrı hayatlarımıza dokundu, ama kalbimizde aynı hedefe doğru atıyordu adımlarımız. Yolculuğun bu gizemli anları, MTO ailesinin bir araya gelmesinin ve birlikte yürümenin sembolüydü. İstanbul’un mavisinden Bingöl’ün yeşiline, bayan pilot ile uçarken hava boşluklarının sallantısında geçmişin izlerinden geleceğe uzanan bu büyülü yolculuk, her birimizin hayatına derin izler bıraktı.
Gökyüzünden inip toprakla buluştuğumuzda, Bingöl’de kardeşlerimiz bizi bekliyordu. MTO yol arkadaşlarımız sıcak gülüşleriyle karşıladılar bizi.
Bitlis’in sularına doğru yola çıktık, hayatın akışına kendimizi bırakarak. Yolumuz, tarihin derin izlerini taşıyan 1915 Rus Savaşı şehitliğine uğradı. Geçmişin hüzünlü hatıralarını saygıyla andık.
Gezmeye açtık yüreklerimizi, sevinç ve dostlukla dolu sohbet ortamında gezen adacıkların üzerinde dolandığına obruk göletine de uğradık.
Muş’un rüzgarları bize hoş geldin dedi, hava alanında MTO İstanbul’dan Robert’lı Mehmet kardeşi aldık. İyilikler zinciri aramızda daha da sağlamlaştı.
Sonunda, Bitlis Eren Üniversitesi’nin kapılarına vardık. Akşam, yemekle başladı, dua ile devam etti. Tanışmalarla örülen dostluklar, makalelerin tanıtımı ışığında parladı. Önceden ayarlanmış yurtlar bize huzurlu bir gece vadetti, yorgun bedenlerimiz dinlenmeye çekildi.
Böylece, bu yolculuğun başlangıcında attığımız adımlar, bu kampın ilk renkli tablosunu oluşturdu. Dostluklar, anılar ve umutlarla dolu bir deneyimdi bu. Ve biz, bu özel yolculuğun içindeki her anı şiirsel bir dille yaşamaya başladık.
2. Gün: Bilgelik Denizindeki Işıltılar: Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı Macerası
Muş-Ankara uçağında, bilgelik kaynağında yükselen ruhlar gibi, Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı’nın ışıltılarına daldığım bir anıyı yazıyorum. Uçuşun hafif sarsıntısında, kampın coşku dolu başlangıcı ve katılımcıların tarihin derinliklerine olan yolculuğu gözlerimde canlandı. Bu yazı, uçak camından uzanan bulutların ötesindeki bilgelik denizine açılan bir pencere gibi. Her satırında, Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı’nın büyüsünü taşıyan bir hikâye olacak.
Bitlis’te gerçekleşen Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı, okulumuzun kurucusu Yusuf Kaplan hocamızın öncülüğünde gerçekleşen bir zihin yolculuğu gibiydi. Bu etkinlik, katılımcılara geçmişten günümüze uzanan bir bilgi hazinesini keşfetme fırsatı sunuyordu. Her an, tıpkı bir arkeoloğun antik kalıntıları kazarken hissettiği heyecan gibi, bilginin derinliklerine inmenin bir yoluydu.
Kampın başlangıcı, Kur’an-ı Kerim tilaveti ile birlikte Yusuf hocamızın ve diğer konuşmacıların coşku dolu sözleriyle aydınlanmıştı. Talebelerin, bir araya gelerek daha büyük bir amaç için çaba harcadığı tarihi bir an daha yaşanıyordu.
Robert Kolejli 12. sınıf talebemiz Mehmet Kayan’ın ifadesiyle, Müslümanlar geçmişte büyük bir başarı ekosistemi kurmuştu. Bu ekosistem, Birûni, İbni Sina, Ebul Heysem gibi büyük düşünürlerin katkılarıyla oluşmuştu. Ancak seküler sistem, bu bütüncül bakış açısını zaman zaman zedeliyordu. Bu, bilginin ve bilimsel düşüncenin nasıl bir bariyerle karşılaştığını anlamamıza yardımcı oluyordu.
Emine Kavaklı ve Şeyma Demirel’in makaleleri, Fuat Sezgin’in bu zengin mirası nasıl canlandırdığını ve İslam alimlerinin ‘dipnotların mucidi’ olduklarını vurguluyordu. Batılılar, bu büyük alimlerin katkılarını genellikle unutmuştu ve bu kamp, bu önemli bilgiyi hatırlatmanın bir vesilesiydi.
Yüreği hepimizden daha genç, büyüğümüz Adnan Yılmaz Beyin ifadesine göre, Batı uygarlığı İslam Medeniyeti’nin bir ürünüydü ve insanlık tarihini yeniden düşünmek gerekiyordu. İslam’ın bilime ve düşünceye katkıları, sadece bir geçmiş değil, geleceğe de ışık tutuyordu.
Medine Bakraç’ın makalesi, felsefenin insan için fazilet ve adaleti nasıl kazandırdığını inceliyordu. Bu düşüncenin, bilim ve düşünce tarihindeki büyük filozofların eserlerinde nasıl şekillendiğini gösteriyordu.
Dr. M. Zakir Sarıkaya, Müslüman entelektüellerin oryantalist fikirlerini taşımaktan daha fazlasını yapması gerektiğini vurguluyor, Batı uygarlığının insanı nasıl tanımladığı ile İslam’ın insanı nasıl gördüğünü karşılaştırıyordu. Bu, katılımcıların düşünce dünyasında yeni perspektifler geliştirmelerine yardımcı oluyordu.
Esra Durgun, teknolojinin insanlar üzerindeki etkilerini ve insanlığın teknolojiyle nasıl başa çıkması gerektiğini sorguluyordu. Tuba Öztürk ise İslam’ın koruyucu kanatlarının altına sığmayan toplumların geleceğinin tehlikede olduğuna dikkat çekiyordu.
Kübra Nur Taştan, teknolojinin insanları nasıl etkilediğine dair düşündürücü sorular soruyor, Hümanizm ’den Trans hümanizme geçişin ilerleme fikri ve yanılgıları üzerine önemli bir makale sunuyordu.
Sonrasında, Murat Cahid Kuvvet, batılıların ötekileştirme pratiğini ve bu ötekileştirmenin nasıl bir karanlık oda içinde şekillendiğini anlatırken, Mücahit Kumandaveren ise Endülüs’ün 1000 yıl önce yaşadıklarının bugün tekrar gerçekleşebileceğine dikkat çekiyordu. Bu, katılımcıları tarih ve gelecek arasında bir köprü kurmaya teşvik ediyordu.
Bu kamp, bir bilgi okyanusunda yüzen gemiydi ve her makale, yeni bir denizdi. Talebeler, bilgi ve düşünce dünyasında derinlemesine yolculuklar yapıyorlardı. Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı, bilgiye ve düşünceye olan tutkunun bir eseriydi. Bu şölen deniz sahilinde gece yapılan müzakerelerle devam ediyordu.
Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi Kampı, bilgiye ve düşünceye olan tutkuyu canlı tutan ve geçmişten geleceğe köprü kuran bir deneyimdi. Talebeler, İslam düşünürlerinin ve bilim insanlarının unutulan katkılarını hatırlatarak, yeni perspektifler kazandırdılar. Bu kampın 2. günü, bilimsel mirasımıza saygı duymanın ve geleceği şekillendirmede bilginin önemini vurgulamanın bir kutlamasıydı.
3. Gün: Sanatın Mimarisi ve Tarihin Ruhu: Bitlis ve Ahlat’ı Keşfetmek
Sabahın taptaze ışıkları, ruhumuzu coşku ve merakla doldurken Ahlat’a doğru yolculuğumuza başladık. Otobüsler, hayatın denizine anahtar çevirip bizi bu serüvene sürüklerken, sanki bir rüya gerçekleşiyormuş gibi hissettim. Her döneme ait bir hikâye anlatan bu eski topraklara girişimiz, Abdurrahman Gazi Türbesi’nin kapısında başladı. Bu türbe, tıpkı eski bir günlüğün sayfalarını açmak gibi geçmişin kapısını aralamamıza yardımcı oldu. İçeri giremesek de zamanın içinde bir yolculuğa çıkmış gibi hissettik, sanki geçmişin sessiz şahitleriydik.
Ahlat’taki bu ilk adım, tarihin hikayeleriyle doldurulmuş efsunlu bir masalın ilk cümlesi gibiydi. Şimdi görmeyi planladığım diğer yerlerle bu büyüleyici yolculuğu daha da derinleştirmek için sabırsızlanıyordum.
Abdurrahman Gazi, tarihin tozlu sayfalarında kayıp gitmiş bir kahraman gibi dururken, bu topraklarda Hz. Ömer zamanında hayatın kaynağı olan İyaz bin Ganem komutasındaki el-Cezire’nin parlayan yıldızıydı. Bu toprakların hikayesi, sanki tarihin derinliklerinden yükselen eski bir destanın notaları gibiydi. Muaz bin Cebel’in soyundan gelen bu kahraman, Arap ordularının Ahlat’ı fethi sırasında şehit olmuştu. İşte bu topraklar, sanki kahramanların ruhlarıyla işlenmiş bir tabloydu; her köşesi, tarihin nefes aldığı bir eser gibi duruyordu.
Bu hikâye, sanki zamanın kendisi de bu topraklarda kaybolmuş gibi, geçmişin gizemli olaylarının haritasını çıkarmamıza yardımcı oluyor. Bu topraklarda dolaşırken, geçmişin ruhaniyetiyle sohbet ediyormuşum gibi hissetmek, gerçekten tarifsiz bir deneyim.
Emir Bayındır Camisi ve Kümbet’inin göz kamaştıran mimarisi, İslam’ın zengin sanatsal mirası ile mükemmel bir uyum içindeydi. Her taş, her hat, binlerce yıl öncesinin hikayelerini ve ustalarının emeğini yansıtıyordu. Bu caminin mimarisi, o dönemin sanat ve inançlarının benzersiz bir karışımını sunuyordu.
İslam’ın estetik anlayışı, burada zirveye ulaşıyordu. Hem minaresi, hem kümbeti, tıpkı İslam’ın incelikleriyle işlenmiş bir dua gibi yükseliyordu. Her bir hat, Kuran’ın kutsal ayetlerini insanda nasıl sanat eseri haline dönüştüğünü gösteriyordu. Orada gezinirken, adeta tarih sayfalarının içinde yürüyor gibi hissetmem kaçınılmazdı.
Emir Bayındır Kümbeti’nin yapımı sırasındaki zanaatkarların özeni ve ustalığı, sadece bir yapıyı değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu yakalamıştı. Bu kümbetin estetik ve tinsel ahengi, o dönemin İslam topluluğunun yaşam tarzını ve inançlarını yansıtan bir örnek olarak parlıyordu. Burada geçmişin ihtişamını ve İslam’ın sanatsal mirasını bir arada deneyimlemenin ayrıcalığını yaşadım
“Harabe Şehir”e ayak bastığımda, bu adının tam anlamıyla haklılığını gördüm. Bu bölge, unutulmuş hayatların yankılarına ev sahipliği yapmış, tarihin sessiz ama etkileyici bir tanığıymış gibi karşıladı beni. İlk bakışta, yıkık ve zamanın yorgun izleriyle kaplı gibi görünse de bu harabe şehrin taşıdığı estetik değerler sadece yüzeyin altında yatıyordu.
Mağara evlerinin derinliklerine indiğimizde, geçmişin sessiz sırlarını keşfetmeye başladık. Her bir taş, sanki bir zamanlar burada yaşayan insanların yaşamlarının bir parçasıydı.
Harabe Şehir, adeta bir zaman makinesiydi. İnsanı geçmişin derinliklerine çeken, tarihin görkemli bir resmini sunan bir yerdi. Bu ziyaret, sadece unutulmuş hayatları değil, aynı zamanda mimari ve estetik birikimi de keşfetme fırsatı sunuyordu. Bu harabeler, tıpkı insanın ruhu gibi zamanla yaşlanmış ve bu yaşlanma sürecinde bile büyüleyici bir güzellik sergilemişlerdi.
Yolculuğumuz boyunca yanımda olan Muharrem KartancıHocamız’ın oğlu Efe, sadece bir yol arkadaşı değil, aynı zamanda bu serüvenin büyülü haritasını çizen bir hayal gücü ile her anı özel kılan bir dosttu.
Bu yolculuk, sadece coğrafik yerlere gitmek değil, aynı zamanda birbirimize giden yolda eşlik etmek anlamına geliyordu. Zihnimizden düşmeyen harita ve cetvelle imar planları çizerken, her mağara, her taş, hayal gücümüzün canlı bir yansıması haline geliyordu. Efe, genç yaşına rağmen, benimle paylaştığı fikirlerle sadece bir çocuk değil, aynı zamanda bir düşünür gibiydi. Onun taze bakış açısı, bu yolculuğa yeni bir renk ve anlam katıyordu.
Birlikte geçirdiğimiz zaman, sadece haritaları çizmekle kalmayıp, dostluğumuzun da bir haritasını çıkarmamıza yardımcı oldu. Bu gezi yaşın ve deneyimin ne kadar önemli olduğunu değil, kalbin ve ruhun ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Her mağara köşesinde ve her hayal edilen taşın yapısında, dostluğumuzun izleri vardı ve bu izler, bu yolculuğun en değerli hazinesiydi.
Mağaralardan şelaleye doğru inerken bir mescit ve çeşmeye denk geldik. Su, çeşmeden dudaklarımıza değdiğinde, sanki yaşamın kendisi damarlarımıza doluyor gibiydi. O lezzet, içimizi sadece serinletmekle kalmayıp, gezinin tadını çıkarmamıza da yardımcı oldu. Su damlaları, içimizdeki susuzluğu değil, aynı zamanda gezinin içimizde uyandırdığı coşkuyu da yüreğimize akıttı.
Ardından abdestlerimizi tazeleyip, caminin kapısından içeri adım attık. Caminin sessizliği, sanki ruhumuzun derinliklerine biraz daha nüfuz ediyordu. Cemaatle birlikte öğlen namazını kılmak, sanki dualarımızın güçlendiği bir an gibiydi. Birlikte secdeye gittiğimizde, sadece ibadet etmiyor, aynı zamanda bu ziyaretin ruhuna da dokunuyorduk. Dualarımız, sanki gökyüzüne yükselen renkli balonlar gibiydi, umut ve huzur dolu bir gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bu anlar, sadece su içmek ve dua etmek değil, aynı zamanda yaşamın ve ziyaretin anlamını derinlemesine keşfetmek gibiydi. Suyun içimi serinlettiği gibi, bu deneyimler de ruhumuzu besledi ve ziyaretin bize öğrettikleriyle dolup taşmamıza neden oldu.
Selçuklu mezarlığının girişinde, Yusuf Kaplan Hocamızın sözlerini kaçırmış olabiliriz, ama bu yolculukta her an, bir inci gibi değerli bir hazineydi. Muharrem abimin çektiği videoyu izledikten sonra hocamızın şu sözüyle devam edebilirim. “Şehirlerin ruhu vardı, tıpkı eski dantel işlemeli bir örtü gibi narin, saf, temiz ve derin bir ruh.” Ahlat’ın bu ruhu, sanki mistik bir melodi gibi kulaklarımıza fısıldadı, içimize çektik.
Selçuklu mezarlığının girişindeki sessizlik, sanki binlerce yılın öykülerini saklayan büyülü bir kapının anahtarı gibiydi. Her mezar taşı, sanki geçmişin unutulmuş masallarını anlatan birer destanın sayfasıydı. Yusuf Kaplan Hocamızın konuşmasını kaçırsak da bu sessiz mezarlık, kelimelerle ifade edilemeyen bir derinliğin içinde olduğumuzu hatırlattı. Ahlat’ın narin ruhu, sanki bir ressamın tuvaline renklerini fırçalarkenki ustalığı gibiydi. Her sokağın köşesinde, tarihin izleri vardı ve bu izler, gezimizin her anında bize eşlik etti. Şehrin bu temiz ve saf ruhu, sanki gökyüzünün en parlak yıldızı gibi gezimizi aydınlattı ve bu deneyimi sadece gözlerimizle değil, aynı zamanda kalbimizle de yaşadık.
Bitlis’e doğru otobüsle yola koyulduk ve meydan bizi karşıladığında, talihimiz sanki Ahlat’tan farklı değildi. Orada da bilinmeyen bir haritaları yol alıyorduk. Bu gezi, sanki bir masalın başlangıcıydı. Otobüsün sıcaklığı bizi sararken, adeta her ter damlası, bu yolculuğun sayfalarında yazılacak bir hikâyenin mürekkebi gibiydi.
Bir yanda sıcaklık, diğer yanda güzelliklerin ve keşiflerin vaadiyle, enerjimiz hafifçe azaldı. Ama bu, sanki bir kahramanın zorlu bir görev için hazırlık yaptığı an gibiydi. Şikâyet etmek yerine, bu yolculukta inşa ettiğimiz hikâye daha da derinleşiyordu. Her durağın ardında, yeni bir sayfa ekliyor, her meydanın taşıyla, bu büyülü hikâyenin temelini sağlamlaştırıyorduk.
Bu gezi, adeta bir sanat eseri gibiydi, her anı ise bir tuval üzerine işlenmiş bir fırça darbesi. Şikâyet etmek yerine, bu hikâyenin yazarı ve kahramanı olmak için çabalıyorduk. Ve otobüsün penceresinden dışarı bakarken, yoldaki tüm zorluklara rağmen, bu yolculuğun her saniyesini bir hazine gibi görmeye başladık.
Bitlis’in minareleri, tarihin muazzam birer eseriydi. Her bir cami, mimari zarafeti ve sanatsal zenginliğiyle büyüleyiciydi. Bu eşsiz yapılar, tarihin yankılarına tanıklık etmenin yanı sıra sanatın ve inancın birleşimini mükemmel bir şekilde yansıtıyordu.
Meydan Camisi, tarihin izlerini sadece taşları değil, aynı zamanda zarif dekorasyonuyla da taşıyordu. GökmeydanCamisi, yüksek minaresi ve avlusunun görkemiyle büyüleyici bir yapıydı. Ulucami, büyüklüğü ve detaylarıyla dikkat çeken bir mabet olarak öne çıkıyordu. Şerefiye Camisi ise Selçuklu mimarisinin özgün bir örneğiydi ve estetik zarafetiyle göz kamaştırıyordu.
Bu camiler, sadece dini ibadetler için değil, aynı zamanda tarihin ve sanatın izlerini sürmek isteyenler için de büyülü birer yerdi. Her biri, Bitlis’in zengin geçmişini ve kültürel mirasını en iyi şekilde yansıtan anıtlardı. Derviş hücrelerine adım attığımızda, sanki içsel bir yolculuğa çıktık. Bu hücreler, tıpkı ruhumuzu besleyen birer meditasyon alanı gibiydi. Duvarlarında çağlar boyu süregelen manevi arayışın izleri vardı. Burada, sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal olarak da bir deneyim yaşadık.
Şerefiye Camisi’nin girişindeki MTO logosuna benzeyen hat, sadece bir sembol değil, aynı zamanda sanatsal bir ifadenin ta kendisiydi. Bu sembol, tıpkı tasavvufun gizemli dünyasına açılan bir kapı gibiydi. İçinde bulunduğumuz anların esprilerle dolu olduğunu görmek, adeta manevi bir gülümsemeye dönüştü. Her adım, sadece fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda ruhsal bir keşif ve sanatın anlamını daha derinden anlamamıza olanak tanıdı.
Derviş hücreleri ve Şerefiye Camisi, tıpkı bir ressamın tuvaline renkleri fırçaladığı gibi, ruhumuza renk ve derinlik katan anılarla dolu yerlerdi. Bu deneyimler, sadece gözlerimizle değil, aynı zamanda kalbimizle de algıladığımız bir yolculuktu. Sanatın ve tasavvufun birleştiği bu anlar, yaşamın gerçek anlamını aramamıza ilham verdi.
Ecdadın sanatını ve İslam’ın derin anlayışını hissetmek, tıpkı eski bir resim galerisinde kaybolmak gibiydi. GökmeydanCamisi, bu sanatsal ve manevi yolculuğun başlangıç noktasıydı. İkindi namazını bu ihtişamlı yapının içinde kıldığımızda, adeta tarih ve sanatın dokusunu soluyorduk. Feyzullah Ensari’nin(r.anh.) kabrinin bulunduğu mescit, sanki ruhumuzun derinliklerine inen merdivenler gibiydi. Akşam namazını kıldığımızda, tıpkı onun gibi, bu topraklarda kahramanlıkla dolu hikâyenin bir parçası olduğumuzu hissettik. Feyzullah El Ensari’nin, İyaz bin Ganem komutasındaki İslam ordusunun sancaktarı olması, bu toprakların İslam’ın ilk günlerindeki büyük destanının bir parçası olduğunu bize hatırlattı.
İşte bu topraklar, kahramanların izleriyle dolu bir yaşayan müze gibiydi. Her adımımız, sanki geçmişin koridorlarında atılmış birer notaydı. Bu gezi, tarih ve sanatın büyüsüyle dolu bir masalın içine dalmak gibiydi. Bu kutsal topraklarda, sadece geçmişi değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini ve kahramanlarının mirasını hissetmek, gerçek bir manevi deneyimdi.
Feyzullah Ensari’nin kabrinin bulunduğu camide hissettiğim haz ile Eyüp Sultan Camisi’nde duyduğum haz birebir aynıydı ve bu serüvenin tüm heyecanını taşıyordu. Gözlerim caminin muhteşem mimarisini süzüyordu, ancak bu yerin maneviyatı da derin bir etki bırakıyordu içimde. Feyzullah El Ensari Hazretleri’nin burada meftun olması, bu kutsal mekânı daha da özel kılıyordu. Onun manevi mirası, bu camide hissedilen huzurun ve coşkunun temel kaynağıydı.
Bitlis gezisi burada sona erdi, ama bu yolculuk unutulmaz anılarla dolu. Feyzullah El Ensari ve Ebu Eyüp El Ensari Hazretleri’nin maneviyatıyla dolduğum bu anı, ömrüm boyunca unutamayacağım.
Akşam yemeği için restorana geçtik. Sonrasında Van denizi kenarında, tiyatro ve şiirin büyülü dünyasına daldık. Gökyüzündeki yıldızlar, sanki bize bu anın özel olduğunu fısıldıyordu.
Bu yolculuk, insanın içinde yaşanan, ruhu besleyen bir serüvendi. Her an, her durak, bir öğretiydi, bir hikâye ve biz, bu hikâyenin bir parçasıydık. Çay bahçesinin atmosferi, sanatın ve lezzetin bir araya geldiği bir dünyada kaybolurken, içimize akan hikayelerin tadını çıkarıyorduk. Deniz kenarındaki rüzgârın serinliğiyle, şiirsel sohbetlerimiz devam ederken, hayatın tadını daha derinden çıkarıyorduk. Bu anı yaşamak, adeta bir büyü gibiydi ve bu serüvenin sonunda, daha zengin, daha bilge ve daha minnettar bir şekilde yurdumuza döndük. Bu kamp akşamı, hayatın en güzel şiirlerinden biriydi ve biz onun içindeki kahramanlarıydık.
4. Gün: Zamanın Sessiz Şehri: Bitlis’in İzinde
Güne sabah namazının huzurlu ezgisiyle başlayarak, kahvaltı soframızı paylaştık. Kahvaltıdaki lezzetler, Bitlis’in doğal güzelliklerinden kaynaklanan sütün sihirli dönüşümünün eseri gibiydi. Zeytinler, reçeller ve helva, geçmişten gelen geleneklerin tatlı hatıraları, ekmek taptaze, çay en iyisiydi ve bu lezzetlerin tadını birlikte çıkarmak, samimiyetle paylaştığımız değerlerimizle beslenmemizi sağlıyordu. Bu kahvaltı, tıpkı hayatın kendisi gibi, lezzetlerin ve insanların bir araya geldiği unutulmaz bir yolculuktu.
Arabalarla son oturum için konferans salonuna geçtik. Fuat Sezgin hocamız salondaymış gibi gerçekleştirdiğimiz bu özel “musahabe” anı, adeta karanlık yolu aydınlatan bir hediye gibiydi. Sezgin Hocamızın bilgeliği ve vizyonu, geçmişten günümüze uzanan bilimsel mirası bizlere daha da yakından tanıttı. Onun rehberliğiyle tarihe ve bilime olan ilgimiz derinleşti. Mücahit Kumandaveren Bey’in sözleri, Sezgin hocamızın bilgelik yolundaki önemini vurguluyor; O, bize bilim ve aydınlanma yolunda rehberlik etmiş bir ışık gibiydi. Onun öncülüğünde, bilgiye doğru bir yolculuğa çıkma hazırlığı içindeydik. Fuat Sezgin, bilimin kapılarını açan bir anahtar gibiydi ve onun izinde ilerlemeye gayret edeceğiz.
Ancak, batıyı anlamak kadar kendi iç dünyamıza inme zamanı gelmişti. 200 yıllık savrulma sürecinde kaybolmuş gibiydik. Saime Bayraktar Hanım’ın deyişiyle, “Bilim vahyin ışığında ilerleseydi, insanlığın hakikat yolculuğuna daha fazla ışık tutabilirdi.” Bu kayıp dönemi geride bırakarak kendi köklerimize dönmek ve kültürel kimliğimizi yeniden keşfetmek, toplumumuzun canlanması için kritik bir adımdı. Bayraktar Hanım’ın ifadesi, bilim ve maneviyatın birleşmesinin insanlığın büyük hedeflerine katkı sağlayabileceği fikrini ortaya koyuyor. Bilim ve ruhsal değerler arasındaki dengeyi bulmak, ilerlemenin daha anlamlı ve dengeli bir yolunu açabilirdi. Sunumda bazı sözde bilim adamlarının, kendi çıkarları doğrultusunda insanlığın kaderini şekillendirmeye çalıştığına dikkat çekildi. Ders kitaplarının, hakikati görmezden gelmeye hizmet ediyor gibi olduğu belirtildi. Bu yanlış bilimsel yaklaşım, gerçek ilerlemeyi engelliyordu. Ancak, umutsuzluğa kapılmadan, bilimin insanlığa hizmet etmesi gerektiğini hatırlayarak ilerlemeye devam etmek zorunda olduğumuz da dile getirildi.
Şermin Hüküm Hanımefendi’nin Fuat Sezgin ile ilgili dile getirdiği endişe, Almanya’nın bilimsel etkisini vurguluyor. Fuat Sezgin, İslam bilim tarihini inceleyen önemli bir akademisyen olarak bilinir ve bu alandaki önemli eserlere imza atmıştır. Ancak, Almanya gibi güçlü bir ülkenin bu bilimsel mirasa müdahale potansiyeli, endişe yaratmış olabilir. Fuat Sezgin’in tüm metinlerinin Almanya’da bulunması, bilimsel bilgi ve tarihsel verilere olan erişim açısından önemli bir konudur. Bu metinler, bilim tarihini ve İslam dünyasının katkılarını anlamak için gereklidir. Bu nedenle, bilim tarihini objektif bir şekilde incelemek ve geçmişin katkılarını anlamak için bu metinlerin doğru bir şekilde korunması ve sunulması son derece önemlidir.
Sonuç olarak, Şermin Hüküm Hanımefendi’nin Alman tehlikesine dikkat çekmesi, bilimsel bilgi ve tarihsel verilerin doğru bir şekilde korunması ve sunulmasının ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Bu, bilim tarihini ve insanlığın geçmiş katkılarını daha iyi anlamamıza yardımcı olacak ve gelecekteki araştırmalar için önemli bir kaynak olacaktır.
Vedalaşmalar ve sarılmalar, adeta büyülü bir melodinin nağmeleri gibi akıp gidiyordu. Duyguları ifade etmek, kelimelerin sınırlarını aşarak zorlu bir yolculuğa benziyordu. Öğle yemeği için Mavi Beyaz Restoran’da oturduğumuz masalar, Tatvan’ın muhteşem manzarasıyla birleşerek adeta bir tablo oluşturuyordu. Gözlerimiz gökyüzüne ve Van Gölü’nün parlayan yüzeyine takıldı. Her bakış, geçmişin izleriyle dolu gibi hissettiriyordu; sanki zaman, bu eşsiz manzaranın karşısında saygıyla durmuş gibiydi.
Sonunda yola koyulduk, ancak Bitlis’in büyülü atmosferi ve tarihin yükü, bizi her anında büyülemişti. Vedalaşırken, bu unutulmaz manzarayla birlikte içimizde yeni başlangıçlar ve yaşamın sırları hakkında birçok düşünce taşıyarak yolumuza devam ettik. Bitlis’in bu özel anları, her köşesinde yeni bir sürpriz ve öğrenilecek dersler bulunan bir hayatın yansıması gibiydi.
Bitlis’in tarihi derinlikleri arasında kaybolmak, adeta geçmişin izlerini takip etmek gibiydi. Hizan ilçesindeki Gayda Köyü’nde bulunan Seyyid Sıbğatullah el Arvasi’nin türbesine ulaştığımızda, sanki zamanın perdeleri aralandı ve eski zamanların büyüsüne kapıldık. Türbenin kapısından içeri adım attığımızda, edeple gelmiş gibiydik. Adım adım ilerlerken, geçmişin sayfalarını aralıyor ve bu kutsal mekânın içindeki huzuru hissediyorduk. Arvasi’nin türbesi, sanki ruhumuza dokunan bir lütuf gibiydi. O eski bilgelik, tarihin sırlarını barındıran duvarların arasında yaşamaya devam ediyor gibiydi.
Türbeden ayrılırken, Bitlis’in bu gizemli köşesinde aldığımız ilhamla yola devam etmek, adeta bir hazineyi keşfetmenin verdiği heyecanla doluydu. Seyyid Arvasi’nin türbesinin kapısından çıktık, ama içimizde taşıdığımız o manevi hazine ile ayrıldık. Bu ziyaret, sadece bir fiziksel yolculuk değil, aynı zamanda bir içsel yolculuktu; geçmişin derinliklerinde dolaşmak, geleceği aydınlatma yolunda yeni bir ışık yakmamıza yardımcı oldu.
Bediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu köy, tıpkı bir zamanlar bu büyük alimin düşünce dünyasında yeşerdiği gibi, bizleri de manevi bir serüvene davet etti. MTO talebeleri olarak, bu kutsal toprakları ziyaret etmek, adeta bilgelik kaynağının sularına dokunmak gibiydi.
Hocamız Yusuf Kaplan, bu özel ziyarette ilk MTO Köy temsilcisini belirlerken, tıpkı Bediüzzaman’ın sıra dışı vizyonu gibi, geleceğin aydınlığını görmekteydi. Akşam namazından sonra camide yaptığımız Risale dersinin içinde kaybolurken, sanki Nurs köyündeki her yaprak, bu büyük düşünürün mirasını daha da derinlemesine anlamamıza yardımcı oluyordu.
Said-i Nursi’nin zamanından kalma camide akşam namazını kılmak, onun tarihi eserlerinin sayfalarını çevirirken yaşadığı deneyime benzer şekilde, ruhumuzu besledi. Nurs köyündeki talebelerin evlerinde ağırlanmamız, adeta geçmişin izlerini takip ederken aniden zamanın durduğu bir deneyimdi. Akşam yemeği sofrası, bilgelik ve bilinç dolu bir sohbetin lezzetiyle donatılmış gibi hissettirdi. Balın tatlılığı ve turşunun ekşisi, hayatta dengenin ve çeşitliliğin önemini hatırlatan birer gönderme gibiydi.
Dönüş yolunda uğradığımız güzel insanlarla helalleşmek, boynumuza borç olmuş olabilir. Bu özel ziyaret, tıpkı Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerindeki ilham gibi, ruhumuzda yeni ufuklar açtı. Tatvan’a dönerken, üzerimizde bu manevi serüvenin izleriyle, bilgelikle dolu bir ruh hali taşıyorduk. Bu yolculuk, sadece fiziksel bir seyahat değil, aynı zamanda ruhsal bir keşif ve büyüme deneyimiydi.
Bitlis’in derinliklerinde kaybolurken, geçmişin izlerini takip etmek, tıpkı bir hazine avcısının gizemli haritasını çözmeye çalışması gibiydi. Bu özel ziyaretler, bizlere geçmişten ilhamla dolu yeni ufuklar açtı. Ruhumuzu besleyen manevi bir serüvenin izleriyle yola devam ederken, bilgelik ve bilinç dolu sohbetlerin tadı damağımızda kaldı. Vedalaşmalar ve sarılmalar, zamansız bir resmin parçaları gibiydi ve bu unutulmaz anları sonsuza dek hatırlayacağımıza inandık. Bitlis’in bu özel anları, yaşamın bir yansıması gibi görünüyordu; her köşesinde yeni bir sürpriz ve öğrenilecek bir ders barındırıyordu. Bu yolculuk, sadece bir fiziksel seyahat değil, aynı zamanda içsel bir yolculuktu; geçmişin ve geleceğin buluşma noktasında yeni bir başlangıcı temsil ediyordu. Bitlis’in tarih dolu sokaklarından aldığımız ilhamla, bilgelik ve aydınlanma yolunda yeni bir ışık yakmaya hazırız.
Hamdolsun…
Burası Mısır mı? 5 Kasım Salı’yı, 6 Kasım Çarşamba’ya bağlayan gece Mısır’ın güney şehirlerinden olan…
Neden Mısır? Hikayesi olmayan bir şey var mı diye sormama gerek yok, çünkü her şeyin…
(Prof. Dr. Metin Yiğit hocamızın kaleminden çok önemli ve insaflı bir yazı…) Yaşadığı zamanın Taftazanisi ve Seyyid…
(MTO Akademik Yaz Kamplarının ilki olan Erzincan Kampını, MTO Erzurum Erkek Talebe Temsilcimiz Hüseyin Albayrak…
(Prof. Dr. Metin Yiğit kaleminden…) Batılı inkarcılar ve onların fonladığı çevreler yaman bir çelişki içerisindedirler.…
Samsun’da ikamet eden Samsun Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) Temsilcimiz Muharrem Kartancı hocamız, memleketi İskilip…