Bir araştırmacı diyor ki; “Öyle anlaşılıyor ki, Bediüzzaman’ın hayatı incelendiğinde, onun hadis kaynaklarına erişme imkânının olmadığı ve hadis kitaplarındaki rivayetleri değerlendirebilmesi için gerekli olan tabakat kitaplarına da erişim imkânı bulamaması ihtimal dahilindedir. Bu nedenle zikretmiş olduğu hadislerin sıhhatini de inceleme imkânı bulamamış olabilir.” Bu konuda neler dersiniz?
Metin Yiğit:
Öncelikle bir ilkeyi ve esası zikredelim: Kur’ân haricinde kusursuz kitap yoktur. Ümmetin genel telakkisine göre Kur’ân’dan sonra en sahih kitap Buhari ve Müslimdir. Bediüzzaman, “Buharî’de görmek, aynı Sahabeden işitmek gibidir” değerlendirmesinde bulunur. Ümmetin genel telakkisine rağmen yine az sayıda bazı hadisler tenkide maruz kalmıştır. İnsanlar arasında zirve noktasında bulunanlar peygamberlerdir. Buna rağmen zelle ve sehive maruz kalabilmişlerdir. Bu ilkeler ümmetin ana gövdesini oluşturan ehl-i sünnet ve’l-cemaatin bakışını yansıtan ilkelerdir. Bu ilkelerden hareketle diyebiliriz ki gerek Bediüzzaman, gerek Risale-i Nur bütün mükemmelliğine rağmen kusursuz değildir. Kemal-i mutlak Allah’a mahsustur. “Kusursuz insan ve insan eseri yoktur” ilkesi hak bir ilkedir. Ancak bu ilkeyi payanda yaparak Bediüzzaman’ı ve Kur’ân’ın harika bir izahı olan Risale-i Nur’u tezyif etmeye çalışmak ilim ve insafla bağdaşmayan haksız bir tutumdur. İlim ve insaf, birkaç taştan dolayı tonlarca pirinci itlaf etmemeyi ve küçümsememeyi gerektirir.
Şimdi bu açıklamadan sonra soruya geçelim. Üstad’ın yaşadığı dönem ve coğrafya hadis ilmi ve rivayeti açısından verimli bir zaman ve zemin değildir. Ülkemizde eskiden beri naklî ilimlerden ziyade lisanî ve aklî ilimler revaçta olmuştur. Üstad, Hicaz veya Hindistan’da olduğu gibi teknik manada hadis tahsili yapmış değildir. Birçok alanda olduğu gibi bu alanda da şahsî mütalaalarda bulunmakla yetinmiştir. Üstad’ın hadis yönünü değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken diğer bir husus, onun hapis, sürgün ve resmi tarassut gibi olaylardan dolayı kaynaklara bakamadan eski müktesebatına dayanarak hadislere atıfta bulunmaya çalışmasıdır. Risale-i Nurun yazıldığı dönemde kendi ifadesiyle Üstad, kitap adına sadece Kur’ân taşımaktadır. Üstad’ın bazı sorulara cevaben: “yanımda kütüb-ü hadîsiye ve siyer kitabları yoktur” veya “yanımda kütüb-ü hadîsiye bulunmadığından bilemiyorum” dediği sabittir. Keza aktardığı hadislerin lafızlarında hata ihtimaline karşı “ya tashih edilsin veyahut “hadîs-i bil-mâna”dır denilsin” açıklamasında bulunmuştur.
Nebevi mucizelere ilişkin ondokuzuncu mektupta geçen hadisleri, yanında bulunmayan Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Şifa-i Şerif, Ebu Nuaym ve Taberî’den naklettiğini belirtmektedir. Nakillerin bir kısmında hadisler, tabiin ve sahabe tabakasındaki ravileriyle birlikte verilmektedir. Yapılan iktibasların dağda-bayırda hiçbir kitaba müracaat edilmeden ezberden yazıldığı hem onun ifadesiyle hem de öğrencilerinin şehadetiyle sabittir. Bu durum, Üstad’ın mezkur hadis kaynaklarını sadece okumakla yetinmediğini bunları tamamen veya kısmen ezberlediğini göstermektedir.
Yaşadığı zor şartlara ve kaynaklara ulaşmasını engelleyen amillere rağmen meseleye bakıldığında Üstad’ın hadise ve hadis ilimlerine vukufiyeti takdir ve hayreti muciptir diye düşünüyorum.
Hadis rivayeti ve nakli açısında durum böyledir.
Dirayet ve değerlendirme noktasına gelecek olursak Üstad’ın hadis değerlendirme konusunda teşeddüd yanlısı olmadığı ve İmam Suyuti gibi mümkün olduğu kadar hadisler için bir mahmil bulma temayülünde olduğunu söyleyebiliriz. İbnu’l-Cevzî’yi tenkitte ifrat etmekle nitelemesi de söylediğimiz hususu teyid etmektedir. Bundan dolayı Üstad’ın hadis yönü ve hadislerle istidlâli zaman zaman tenkide maruz kalmaktadır. Kanaatimce Üstad da bunun farkındadır. Bunu daha hayatta iken yapılan bazı tenkitlere cevaben söylediklerinden anlamak mümkündür:
Beşinci Şua’da Mehdi’ye dair hadislerin zayıf olduğu itirazına ilişkin şunları kaydetmektedir: “Hangi mes’ele var ki, bazı kitablarda ona ilişilmesin. Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehadîsi mevzu dediğini, ulemalar taaccüble nakletmişler. Hem her zaîf veya mevzu hadîsin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.”
Mekanik düşünce her alana hakim olduğundan günümüz ilahiyatçıları da hadisin tashih ve tazîfinde mekanik mantıkla hareketle etmektedirler. Usulde belirtilen beş sıhhat şartını haiz olan rivayetlerin makbul, diğerlerinin gayri makbul olduğu düşüncesiyle hadisleri değerlendirmektedirler. Halbuki muhaddis imamların belirttiği üzere kabul ve redd işi standart olmayıp alana göre değişkenlik arz etmektedir: İtikadî esaslarda ve helal-harama ilişkin meselelerde hadisler sıkı bir kritiğe tabi tutulur. Beş sıhhat şartını haiz olmayanlar kabul edilmez. Ancak itikadî esaslar ve helal-harama ilişkin olmayan rivayetler konusunda esnek davranılabilir. Bundan dolayı siyer ve tarih yazarları, akidevî esaslar ve helal-haram ile ilgisi bulunmayan siret olaylarını, Hz. Peygamber’e ait hasâsisi ve tarihi hadiseleri nakletme konusunda hep müsamahalı ve esnek davranmış ve bunları fezâil-i a’mâl ve menkıbelere ilişkin hadislerle aynı kategoride değerlendirmişlerdir. Hatta bu tür rivayetleri fezail-i a’male dair hadislerden daha esnek bir yaklaşımla ele almışlardır. Hadis hâfızlarının eserlerine baktığımızda, siyer ve tarihi olayların yazımında bol miktarda zayıf, maktû’ ve mürsel hadislere yer verdiklerini görürüz. Nebevî irhâsat ve hasâsise dair kâhinlerden ve başka kimselerden nakilde bulunduklarını müşahede ederiz. Bu tür konularda esnek davranmak ve zayıf ve maktu rivayetlere dayanmak caizdir. Bundan dolayıdır ki, tarihçiler bu tür rivayetleri sened ve rivayet yönünden ele almayıp, daha fazla içerik bakımından incelemeye çalışıp tercihte bulunmuşlardır. Hatta Cerh ve ta’dil âlimleri “hadis”te zayıf gördükleri bazı ravilere “tarih” hususunda itimat etmişlerdir. Mesela tarihteki en büyük hadis otoritelerinden Hâfız İbn Hacer Askalanî Takrîbu’t-Tehzîb adlı kitabında Seyf b. Ömer hakkında şöyle diyor: Hadis konusunda zayıf, tarih konusunda ise kaynaktır.
Günümüzde alanında mütehassıs birçok hadisçi ve tarihçinin bile gözden kaçırdığı bu durum Üstad’ın dikkatinden kaçmamıştır. Ondördüncü Şua’da “dayandığı hadislerin zayıf ve muzdarib olduğu” itirazına karşı “zayıf hadislerin ahkâm’da hüccet olmadığını ancak fezâil-i a’mal ve hadisât-ı İslamiyede hüccet olduğu” açıklamasında bulunur.
Bu ölçüler ışığında meseleye bakıldığında Risale’ye tevcih edilen eleştirilerin haksızlığı ortaya çıkmaktadır. Zira Üstad, tenkit konusu olan hiçbir rivayete itikadî esasları veya helal-haram hükmünü bina etmiş değildir. Risale-i Nur’daki itikadî esaslar ve temel mevzular tamamen Kur’ân’ın muhkem nasslarına, akla ve vicdanî delillere dayandırılarak izah edilmektedir. Risaledeki temel mevzular marifetullah, haşir, nübüvvet, melekler, kader gibi imani rükünler ile namaz, oruç ve zekat gibi İslamî esaslardır. Tenkit edilen hadisler ise daha ziyade fezail-i a’mâl, dualar, kevnî mucizeler, irhasât, Mehdî, Deccâl ve gelecekle ilgili bazı olaylara dairdir. Bu tür konulara ilişkin rivayetlerin hadis usulü kriterlerine göre zayıf olması Risale-i Nur’un mana ve muhtevasına hiçbir halel getirmez. Zira Risale-i Nur’un esas davası tenkit edilen cüz’i sayıdaki rivayetlere değil, Kur’ân’ın muhkematına, akla, fıtrata ve vicdani delillere dayanmaktadır.
Toparlayarak ifade edelim: Tenkit edilen hadislerin geneli itikadî esaslara ilişkin değildir. İtikadî mevzular arasında değerlendirilenlerin de mezkur rivayetlerden başka dayandıkları sağlam ve sahih delilleri bulunmaktadır. Konunun somutlaşması adına bunlardan birkaçına değinmek istiyorum:
Üstad, Beşinci Şua’da Mehdî ve Deccâl’e dair açıklamalarda bulunur ve bunlara dair bazı hadisleri yorumlar. Mezkur hadislerin bir kısmı muhaddislere göre zayıf ve muzdaribtir. Ancak bunlar arasında sahih olarak telakki edilenler olduğu için alimler Mehdî konusunu kabul edip akidenin füruu arasında zikretmişlerdir.
Üstad, İhlas Risalesinin girişinde “sadece ihlaslı olan insanların necat bulacaklarını diğerlerinin ise helâka maruz kalacaklarını anlatan” bir rivayete yer vermektedir. Rivayet, mevcut lafızlarla hadis kaynaklarında geçmemektedir. Buna yakın bir ifade Sehl b. Abdillah et-Tüsterî’den aktarılmaktadır. Yani bu ifade lafız olarak Hz. Peygamber’e ait değil, ancak aynı manaya delalet eden çok sayıda ayet ve hadis bulunmaktadır. Nitekim Üstad da konuya dair iki ayeti zikrettikten sonra aynı içeriği anlatan o rivayete yer vermektedir. Üstad’ın yer verdiği rivayetin sahih bir senetle Hz. Peygamber’e ulaşmaması konunun özünü etkileyecek bir husus değildir. Şu kadar ki seneden Hz. Peygamber’e ulaşmadığı tespit edilen bir ifadeyi mana itibariyle doğru da olsa Hz. Peygamber’e lafzen nisbet etmek caiz değildir. Tabi bu hüküm, ilgili rivayetin durumunu tespit eden veya tespit etme imkânına sahip olan kimseler için geçerlidir. Böyle bir imkâna sahip olmayanlar veya şahsî keşfiyatına dayananlar ise mazur sayılır.
Üstad bazı rivayetlere dayanarak Cevşen Duasının Hz. Peygamber’den mervi olduğunu belirtmektedir. Araştırmalarımıza göre söz konusu rivayetler, Ehl-i Sünnet’in temel hadis kaynaklarında yer almamakta sadece Ehl-i Sünnet ve Şia’ya ait bazı dua mecmualarında geçmektedir. Bu durumdan hareketle Üstad’ın Cevşen’i Şia kaynaklarından aldığını ileri sürenler de olmuştur. Ancak bu iddia doğru değildir. Kendi beyanında geçtiği üzere Üstad’ın iktibas kaynağı Mevlana Halid’in ikinci kuşak halifelerinden Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin Mecmûatu’l-Ahzab adlı eseridir. Üstad’ın atıfta bulunduğu hemen hemen bütün münacatlar bu eserden alınmıştır. Mezkur iddianın doğru olmadığının bir diğer kanıtı da her iki Cevşen arasındaki farklılıklardır. İki versiyon arasında büyük oranda benzerlikler olsa da arada bazı farklılıklar bulunmaktadır. Söz konusu farklılıklar, Üstadın iktibas kaynağının Şia olmadığını göstermektedir. Mesela Üstad’ın aktardığı ve Mecmuatu’l-Ahzab’ta yer alan Cevşen’de her bendin sonunda “el-eman el-eman ecirnâ/neccinâ/hallisnâ minennâr” ifadesi geçerken Şiî kaynaklarda aynı cümle “el-gavs el-gavs hallisnâ minennâr” şeklinde yer almaktadır.
Gümüşhanevî hazretleri aslında hadis yönü kuvvetli bir alimdir. Muhtemelen fezâil-i a’mal kapsamına girdiği düşüncesinden hareketle eserine aldığı dualarda senet ve sıhhat hassasiyeti gözetmeden derleme yoluna gitmiştir. Ne var ki Cevşen duası ve bu duaya dair verilen bilgiler hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Sadece Cevşen’in iki bendi az bir farkla Hakim en-Nisabûrî’nin el-Müstedrek adlı kitabında geçmektedir. Bunun haricindeki diğer bentler mevcut şekliyle herhangi bir hadis kaynağında geçmemektedir. Ancak Kur’ân’ın “esma-i hüsnâ ile Allah’a duada bulunun” emrini ve Cevşen’in Kur’ân ve Sünnette yer alan esma-i hüsna ile yapılan bir münacaat olduğunu göz önünü aldığımızda Cevşen’in mana ve muhteva bakımından Kur’ân ve Sünnete muvafık bir münacaat olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bazı bölümleri hariç mevcut haliyle onu lafzen Hz. Peygamber’e (s.a.v) nisbet etmek doğru görünmemektedir. Tabii bir önceki hadiste belirttiğimiz gibi bu hüküm, ilgili rivayetlerin durumunu tespit eden veya etme imkânına sahip olanlar için geçerlidir.
Burada şahsi bir kanaatimi arz etmek istiyorum. Özellikle mutasavvıf alimler arasında keşif yoluyla telakki diye bir şey vardır. Buna göre bazı alimler keşfen Hz. Peygamber’den bazı şeyleri telakki ettiklerini ileri sürmektedirler. İncelendiğinde bu bilgilerin bir kısmının hadis kaynaklarında yer alan bilgilerle örtüştüğü ve hadis usulü kriterlerine göre de sahih olduğu görülmektedir. Mesela Şah-ı Nakşibend’in (k.s) keşfen Hz. Peygamber’den (s.a.v) aldığı belirtilen Evrâd-ı Bahâiyye isimli evrad ve ezkar tetkik edildiğinde mezkur evradın tamamına yakınının hadis kitaplarında isnatlı bir şekilde kayıtlı olduğu görülmektedir. İşte aynı şekilde Üstad’ın Cevşen konusundaki kanaatinin de keşfe dayandığını düşünüyorum.
Üstad’ın Emirdağ Lahikasında yaptığı bir açıklama Cevşen hakkındaki kanaatinin keşfe dayandığı ihtimalini güçlendirmektedir: “Yeni Said’in hususi Üstadı olan İmam-ı Rabbâni, Gavs-ı A’zam ve İmam-ı Gazzâlî, Zeynelabidin (r.a) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali kerremallahü vecheh’den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.”
Bu açıklamalardan Üstad’ın Cevşen ve benzeri münacaatlar hakkındaki kanaatinin Mecmuatu’l-Ahzab gibi tali kaynakların yanı sıra keşfe dayandığı anlaşılmaktadır. Bunu söylerken keşif yoluyla telakki edilen şeylerin hüccet olduğunu söylemek istemiyoruz. Keşif ve ilham sübjektif tecrübe olup bağlayıcı bir özellik taşımaz. Buna dair gerekli esasları yukarıda arz ettik. Demek istediğimiz şey, tarih boyunca birçok alimde gördüğümüz keşif ve ilhamın Üstad için de mümkün hatta vaki olduğudur. Başka bir ifadeyle Üstad keşif ve ilham yoluyla telakki ettiği bazı münacaatları Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bulmadığı için bunlarla amelde bir beis görmemiştir.
Cevşen için söylediğimiz hususlar Risale-i Nur’da geçen Sekine ve Celcelutiye için de geçerlidir. Bu iki münacat da Gümüşhanevi’nin Mecmuatul-Ahzab adlı eserinden iktibas edilmiştir. Yalnız Sekineyle ilgili 18. Lemada geçen bir anekdot diğerlerinden daha fazla itiraza medar olmaktadır. İlgili ibare şöyledir: “… Sonra Hazret-i Cebrâil’in, alâ Nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm huzur-u Nebevî’de getirip Hz. Ali’ye (r.a.) Sekine nâmıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: ‘Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâimü’s-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum, diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:
فَكُلُّ مَعْنًى مِنْ عُلُومٍ فَاخِرَةٍ – مِنْ مَبْدَإِ الدُّنْيَا لِيَوْمِ اْلاٰخِرَةِ
قَدْ صَارَ كَشْفًا عِنْدَنَا عَيَانًا – وَكُلُّ ذِى شَكٍّ غَدَا مُهَانًا
Yani evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum ve esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.”
Yukarıdaki ifadeye dayanarak Üstad’ın Hz. Ali’ye nübüvveti çağrıştıracak manada vasıflar isnad ettiği iddia edilmektedir: Cebrail’i görmek, Cebrail’in getirdiği sayfanın Hz. Ali’nin kucağına düşmesi, ulum ve esrar-ı muhimmenin bilinmesi gibi hususların peygamberlere mahsus vasıflar olduğu ileri sürülmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki bu rivayet, hadis usulü kriterlerine göre sahih ve sabit değildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi Üstad’ın itimad ettiği Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî’nin Mecmûatu’l-Ahzâb isimli eserinden alınmadır. Saniyen söz konusu rivayetteki muhtevayı kabul eden birine mutlak bir şekilde “Hz. Ali’ye peygamberlik isnad ediyor” ithamı yöneltilemez. Zira Cebrail’i görmek ve duymak sadece peygamberlere mahsus bir durum değildir. Kur’an’da Hz. Meryem’in Cebrail’i gördüğü ve duyduğu açıkça ifade edilmektedir. Keza birçok sahâbinin Hz. Cebrâil’i değişik suretlerde gördükleri sabittir. Buharî ve Muslim’de geçen meşhur Cibril hadisini hatırlayabiliriz. “Sayfanın kucağına düşme” meselesine gelince doğrusu rivayetin zahiri, ihtimalli bir özellik arz etmektedir: Mahzurlu bir manaya yormak mümkün olduğu gibi mahzursuz bir manaya hamlederek anlamak da mümkündür. Şayet “Sayfanın kucağına düşmesiyle” Hz. Ali’nin sahifeyi doğrudan Cebrail’den aldığı ve kendisine gaybtan kesin ve bağlayıcı bir telkinin ulaştığı iddia edilmiş olsaydı elbette bu iddia, kabul edilebilir bir şey olmazdı. Ancak Üstad’ın başka bir yerde yaptığı izah onun, mezkur rivayeti makbul bir manaya hamlederek ele aldığını göstermektedir. Üstad, zaman zaman yaptığı gibi burada da zahiri itibariyle problemli bir nakli mümkün oldukça makul ve makbul bir manaya hamletmiştir. Sahife meselesini Sekizinci Şua’da, İmam-ı Gazali’ye atıfta bulunarak şöyle izah etmektedir:”Onlar vahiyle Peygamber’e (a.s.m.) nâzil olduğu vakit, İmam-ı Ali’ye (r.a.) emretti; “Yaz.” O da yazdı, sonra nazmetti.” Üstad’ın iki ayrı yerde geçen mezkur ifadelerini birleştirdiğimizde sekine duasının Hz. Ali’nin kucağına düşmesinin, Hz. Peygamberin ona duayı yazmayı emretmesinden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Yani sekine Hz. Ali’ye değil, Hz. Peygambere inmiştir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye onu yazmasını emretmiştir. Şayet Hz. Ali’ye gaybtan kesin ve bağlayıcı bir bilginin telkin edildiği şeklinde bir mana kastedilmiş olsaydı o taktirde Peygamber’e mahsus bir özelliğin Peygamber olmayana nisbeti gibi bir sonuç ortaya çıkardı. Fakat daha önce belirttiğimiz gibi kesin ve bağlayıcı olduğunu iddia etmeden evliyanın naslara muvafık bildirimlere mazhar olduğunu kabul etmekte herhangi bir mahzur bulunmamaktadır.
“Hz. Ali’nin ulum ve esrar-ı mühimmeye vakıf olması” da onun sahip olduğu ilmi meziyet şeklinde izah edilebilir. Nitekim Hz. Ali’nin ilim bakımından sahabenin ileri gelenlerinden olduğu sabit bir bilgidir. Şayet mezkur ifadeyle “Hz. Ali’nin her şeyi kesin ve kati bir biçimde bildiği” şeklinde bir mana kastedilmiş olsaydı elbette tevhide muğayir bir mana olurdu. Zira her şeyi kesin ve kat’i bilmek sadece Allah’a mahsustur. Ancak görüldüğü üzere Üstad, mezkur ifadeyi “ulum ve esrar-ı mühimmeye vakıf olmak” yani “önemli bazı sırlara ve bilgilere vakıf olmak” şeklinde cüz’î bir manaya yorarak sahih ve dakik bir tutum sergilemiştir. Dolayısıyla burada Üstad’ın telakkisi açısından herhangi bir sorun bulunmamaktadır.
Celcelutiye meselesine gelince, Üstad’ın bu konuda tali bazı kaynakların yanı sıra şahsî keşfiyatına dayandığı anlaşılmaktadır: Yirmi sekizinci Lema’da şöyle demektedir: Sonra [Hz. Ali’ye] sordum, “Ercüzende benden bahs ile ‘kendini muhafaza et’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük, fakat maatteessüf kendimizi muhafaza edemedik. Bu belaya düştük. Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risale-i Nur’dan bahs ve işaretin yok mu?” dedim. Dedi: “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemde tasrih ediyorum.” Ben bu cevaptan sonra kasâid-i Aleviyeden en meşhur ve en ziyade esrarlı olan Celcelûtiye kasidesinde bu fıkrayı gördüm ….” gibi ifadeler Üstadın, yaşadığı hususi bir keşfiyata dayandığını gösteriyor. Bu durum daha önce örneklerini verdiğimiz birçok alimin yaşadığı benzer manevi tecrübeleri andırmaktadır. Mesela Üstad’ın mezkur sözü, Suyuti veya Şahveliyyullah Dihlevî’nin “Hz. Peygamber’le veya Hz. Hasan ve Hüseyin’le görüştüm ve bana şöyle dediler…” demesinden farklı değildir. Bu alimlerin ifadelerini hangi ölçüler ışığında yorumluyorsak Üstad’ın ifadelerini de aynı ölçülere göre değerlendirmek gerekir.
Üstad birçok yerde “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” mealindeki levlâke hadisine atıfta bulunmaktadır. Hadis mevcut şekil ve lafızla kaynaklarda yer almamaktadır. Ancak Aclûnî ve Ali el-Kari gibi bazı muhaddislerin belirttiği üzere mana itibariyle sahihtir. Evet ayet-i kerimede insanların ve cinlerin yaratılış sebebi ibadet olarak zikredilmektedir. Fakat ibadetin bilinmesi ve edası da ancak peygamberlerle ve hepsinin varisi olan Hatemu’l-Enbiya’nın bi’seti ile mümkün olabilir. Başka bir ifadeyle varlığın ve hayatın manası ve insanların sorumluluğu ancak Peygamberin varlığı ve tebliğiyle anlaşılabilir. Peygamber olmadan ne feleklerin manası ne de ibadetin keyfiyeti bilinemez. Dolayısıyla lafzen Hz. Peygamber’e nisbet etmeden “O olmasaydı felekler yaratılmazdı” demenin hiçbir mahzuru olmamalıdır. Zaten Üstad da “levlâke levlâke” rivayetinin lafzen Hz. Peygamber’den sadır olduğunu söylememektedir. Gördüğüm kadarıyla hep “şah-ı levlâk” ve “sultan-ı levlâk” gibi nitelemelerle yetinmekte mevcut lafzın Hz. Peygamber’den sudûruna dair bir açıklama yapmamaktadır. İbn Teymiye’nin Mecmûu’l-Fetavâ’daki açıklaması mana itibariyle hadisi makbul gördüğünü ima eder mahiyettedir. Şöyle demektedir İbn Teymiyye: “Muhammed (s.a.v) Ademoğullarının efendisi, mahlûkatın en faziletlisi ve Allah katında en değerlisidir. Bundan dolayı bazıları, Allah alemi onun için yarattı. O olmasaydı Allah ne arşı ve kürsiyi, ne yeri ve göğü ne de güneş ve ayı yaratmazdı, demişlerdir. Ancak mezkur söz Peygamber’den aktarılmış sahih veya zayıf bir hadis değildir. İlim ehlinden kimse onu Peygamber (s.a.v) sözü olarak aktarmamıştır. Bu söz sahabeden de aktarılmış olmayıp kâili bilinmeyen bir sözdür.” İbn Teymiye’nin bu açıklaması şahsen bana “rivayetin, lafzen Hz. Peygamber’den aktarılmadığını ancak mana itibariyle sahih” olduğunu söyleyen alimlerin beyanıyla örtüşür gibi gelmektedir.
Birçok akademisyen, Mucizat-ı Ahmediye’de geçen bi’set öncesi ve sonrası mucizeleri anlatan bazı hadislerin zayıf olduğunu ileri sürmektedir. Söz konusu Risale’de geçen bazı hadislerin bazı muhaddislerce taz’if edildiği doğrudur. Ancak aynı rivayetler diğer bazı muhaddisler tarafından sahih görülüp izah edilmiştir. Alâ külli hâl Üstad, söz konusu hadisleri Hz. Peygamber’in mazhar olduğu kevnî mucizeleri beyan sadedinde zikretmiştir. Zikredilen rivayetlerden bazılarının sahih olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Yukarıda belirttiğimiz gibi bunlar titizlik gerektiren itikadî esaslar ve helal-haram konusuna girmemektedir. Aksine zayıf ve maktu rivayetlerin müsamahayla karşılandığı irhâsât ve hasâisle ilgilidir. Saniyen bu hadislerle amaçlanan maksat Hz. Peygamber’in kevnî ve hissî bazı mucizelere mazhar olduğudur. Bu mana ise başta Kur’ân ayetleri olmak üzere çok sayıda sahih delille sabit olan bir manadır. Örnek olarak meleklerin savaşta Hz. Peygamber ve ashabına yardıma gönderilmesi ve şakk-ı kameri anlatan ayetleri hatırlayabiliriz.
Son olarak şunu belirtmek isterim. İslami ilimler tarihinde eserlerinde zayıf veya kaynaklarda aslı bulunmayan hadislere yer vermeyen alim yok denecek derecede azdır. Zayıf hadisin geçmesi veya sahabe veya tâbiîne ait bir rivayetin Hz. Peygamber’e (s.a.v) ait şekilde aktarılma hatası birçok büyük alimin eserinde geçen bir husustur. Burada esas önemli olan, rivayetlerin içerik bakımından batıl bir unsur taşıyıp taşımadığı veya bunlara batıl hükümler bina edilip edilmediğidir. Risale-i Nur muhteva olarak Kur’ân ve maruf sünnete dayanan ve esas davası iman ve ihlas olan bir mecmuadır. Bu davanın izah ve ispatı sadedinde Kur’ân’ın yanı sıra zaman zaman zayıf veya hadis kitaplarında aslı bulunmayan bir rivayete atıfta bulunulması onun kıymetinden ve kuvvetinden hiçbir şey eksiltmez.
Yukarıda takdim etmeye çalıştığımız yaklaşım, “manası doğru olan her sözün Hz. Peygamber’e nisbet edilebileceği” anlamına gelmez. Gördüğüm kadarıyla bazı akademik tezlerde Üstad’ın “hadisin manasının doğru olmasını hadisin kabulü için yeterli gördüğü” şeklinde bir anlayışa sahip olduğu ileri sürülmektedir. Ancak Risale-i Nur’a vakıf olanlar Üstad’ın böyle bir yaklaşıma sahip olmadığını gayet iyi bilirler. Risale-i Nur’da yer alan falan hadis senet açısından zayıf olsa da mana itibariyle sahihtir denilmesinin sebebi Risale-i Nur’un Kur’ân’a ve sahih hadislere dayalı esaslarını savunmaya yönelik bir açıklamadır. Bu açıklamanın “anlamı doğru olan her söz Hz. Peygamber’e nisbet edilebilir” düşüncesiyle hiçbir alakası yoktur. Saniyen ileri sürülen anlayış her şeyden önce Üstad’ın kendi beyanına aykırıdır. Üstad’ın kendisi yer yer senedin lüzumuna dair açıklamalarda bulunmaktadır. Mesela herkesçe bilinen bir konuda bile “an filan, an filan, an filan şeklinde konuyu sened eşliğinde aktarmanın faydası nedir?” mealindeki bir soruya şöyle cevap vermektedir: “An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an’anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.”
“Anlamı doğru olan her söz, Hz. Peygamber’e nisbet edilebilir” düşüncesinde olanlara göre anlamı doğru olduktan sonra Peygamber’den mervi olanla olmayan arasında bir farkın olmaması gerekir. Ancak Risale-i Nur’daki bazı ifadeler bu düşünceyi nakzetmektedir. Üstad, Onbirinci Lema’da Hz. Peygamber’den mervi olan ezkar ve evradın önemini anlatırken İmam Rabbanî’nin şu beyanıyla istişhatta bulunmaktadır: “İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sâni (r.a) diyor ki: Ben seyr-ü sülûk-u ruhanîde görüyordum ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm’dan mervî olan kelimat nurludur, sünnet-i seniye şuaı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki; sünnet-i seniyenin şuaı, bir iksirdir. Hem o sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.”
Peygamber’den rivayet edilen evrad ve ezkâr nurludur, ondan rivayet edilmeyenler anlam itibariyle makbul olsa bile o nuru taşımamaktadır diyen bir kimse nasıl olur da “anlamı doğru olan her söz Hz. Peygamber’e nisbet edilebilir” anlayışını benimseyebilir!
(Not: Metin Yiğit’in bu röportajı, cevaplar.org sitesinde şu başlıkla, ‘Üstad Bediüzzaman Etrafında 12 Soru-Cevap’ yayımlandı.)
devamı var..
Burası Mısır mı? 5 Kasım Salı’yı, 6 Kasım Çarşamba’ya bağlayan gece Mısır’ın güney şehirlerinden olan…
Neden Mısır? Hikayesi olmayan bir şey var mı diye sormama gerek yok, çünkü her şeyin…
(Prof. Dr. Metin Yiğit hocamızın kaleminden çok önemli ve insaflı bir yazı…) Yaşadığı zamanın Taftazanisi ve Seyyid…
(MTO Akademik Yaz Kamplarının ilki olan Erzincan Kampını, MTO Erzurum Erkek Talebe Temsilcimiz Hüseyin Albayrak…
(Prof. Dr. Metin Yiğit kaleminden…) Batılı inkarcılar ve onların fonladığı çevreler yaman bir çelişki içerisindedirler.…
Samsun’da ikamet eden Samsun Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) Temsilcimiz Muharrem Kartancı hocamız, memleketi İskilip…