Bana yazdırıldı ne demektir? Bu Risaleleri kutsallaştırmak olmaz mı?
Metin YİĞİT: Bana yazdırıldı ifadesi iki ihtimal barındırmaktadır: Birinci ihtimale göre “bana yazdırıldı” demek yaptığım yazma işini Allah bana kolaylaştırdı ve yapmamı sağladı demektir. Bu anlamda “bana yazdırıldı” demenin itiraza mahal olacağını sanmıyorum. Zira Kur’ân’a göre yapılan eylemlerde insanın kesbi ve dahli olmakla birlikte her şeyi yaratan ve yaptıran Allah’tır.
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
“Allah her şeyin yaratıcısıdır ve her şeyi koruyup yöneten de O’dur.” (Zümer-62)
وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
“Güldüren de O’dur, ağlatan da.” (Necm-42-43)
Yazdırıldı ifadesinin muhtemel olduğu ikinci mana ise “bana ilham oldu” manasıdır. Tabii “ilham” derken Allah’ın her canlıya bahşettiği içgüdü manasını değil, kelimenin şer’î ilimlerde tekabül ettiği ıstılahî manayı kastediyoruz. Başka bir ifadeyle “olağanüstü bir surette kalbe ilkâ edilen ve kişinin kendisiyle mutmain olduğu mana”yı kastediyoruz. Bazılarının itiraz ettiği anlam budur diye tahmin ediyorum. Ancak bu itirazın yerinde olmadığı açıktır. Keşif ve ilham gibi olağanüstü hallerin varlığı ve bazı zatların bu hallere mazhariyeti Kur’ân, sahih sünnet ve ulemanın ittifakıyla sabittir.
Sözü fazla uzatmamak için bu delillerden sadece birkaçına kısaca değinmek istiyorum: Kur’ân’da geçen Hz. Musa kıssasında Allah Teâlâ Musa’nın annesine hitaben: “Onu emzir, başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak. Korkup kaygılanma. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” şeklinde vahiyde bulunduğunu beyan etmektedir. (Kasas, 7-9).
وَأَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّ مُوسَى أَنْ أَرْضِعِيهِ فَإِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَأَلْقِيهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَافِي وَلَا تَحْزَنِي إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ فَالْتَقَطَهُ آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا إِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِئِينَ
Hz. Musa’nın annesi peygamber olmadığına göre buradaki “vahiy” Allah Teâla’nın peygamberler dışındaki salih kullarına yaptığı ilham olarak anlaşılmalıdır. Ayetin devamında “Böylelikle biz annesinin gönlü rahatlasın, gam çekmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye onu annesine geri verdik; fakat oradakilerin çoğu bunu bilmiyorlardı” ifadesi ayette söz konusu edilen ilhamın birçok insanda bulunan sezgi ve öngörü manasında olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Benzer açıklamalar Hz. Meryem ve Ashab-ı Kehf kıssasında yer almaktadır.
Hadislere geldiğimizde konu daha nettir. Buharî’nin aktardığı bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle bir buyurmaktadır:
«لقد كان فيما قبلكم من الأمم محدثون فإن يكن في أمتي أحد فإنه عمر»
Yani “sizden önceki ümmetlerde muhaddesûn (ilhama mazhar) olan kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar biri varsa, şüphesiz o Ömer’dir”
Müslim’in rivayeti ise şöyledir:
«فإن يكن في أمتي منهم أحد فإن عمر بن الخطاب منهم»
… Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar kimseler varsa Ömer de onlardandır.”
Önceki ümmetlerde ilhama mazhar kimseler varsa, en hayırlı ümmet olan Muhammed (s.a.v) ümmetinde bunların evleviyetle olması gerekir ki yukarıdaki hadisler bunların var olduğunu bildirmektedir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre sahabeden İmran b. Husayn yaklaşık otuz yıl boyunca basur hastalığına mübtela bir surette yaşamış ancak hastalığı sabır ve tahammülle karşılamıştır. Müslim’de nakledildiğine göre vefatından önce ziyarete gelen bir dostuna, bu durumdan dolayı meleklerin kendisine selam verdiğini belirtmiştir:
وقد كان يُسَلّم عليّ حتى اكتويت فتركت ثم تركت الكيّ فعاد
İmam Nevevi, İmran’ın bu hususu dostuna sır olarak söylediğini ve yaşadığı sürece bunu kimseyle paylaşmamasını salık verdiğini kaydeder.
İslam tarihi boyunca sahabe, tabiîn ve sonraki nesillerde salih ve muttaki kimselerin keşif ve ilhama mazhar olduğunu gösteren fiili örnekler sayılamayacak kadar çoktur.
İslami ilimlere ve dini literatüre aşina olanlar, birçok alimin keşiften ve kendilerine ilham edilen şeylerden bahsettiklerini bilirler. Mesela İmam Gazzâlî el-Munkız adlı eserin girişinde kalbini bütün masivadan temizleyip Allah’ın zikriyle donatan mutasavvıfların, yolun başında bile birçok keşif ve müşahedeye mazhar olduklarını belirtir. Hatta bazen yakaza halinde melekleri ve peygamber ruhlarını müşahede ettiklerini, seslerini duyup onlardan istifade ettiklerini kaydeder:
ومن أول الطريقة تبتدئ المكاشفات والمشاهدات حتى أنهم في يقظتهم يشاهدون الملائكة وأرواح الأنبياء ويسمعون أصواتاً ويقتبسون منهم فوائد
Celaleddin Suyuti, Tenvîru’l-Halek fî İmkâni Rü’yeti’n-Nebîyyi ve’l-Melek adlı risalesinde keşif ve ilham yoluyla Hz. Peygamberle görüşüp istifade eden çok sayıda zattan nakillerde bulunmaktadır. İbn İmad’ın, Şezerât adlı eserinde Suyûtî’nin öğrencisi Şeyh Abdülkadir eş-Şazelî’den naklettiğine göre Suyutî, yetmiş küsûr defa Hz. Peygamber’i (s.a.v) gördüğünü belirtmiştir.
Şafiî fukahasından İbnu’l-Mulakkin’in Tabakat’ta ve İbn Hacer el-Heytemî’nin el-Fetava’l-Hadisiyye adlı eserinde Şeyh Abdulkadir Geylani ve Şeyh Ebul-Abbas el-Mursî gibi birçok kimsenin Hz. Peygamberi yakazaten görme ve onunla görüşme şerefine nail olduğunu kaydetmektedir.
İmam Rabbanî Mektubat adlı eserinin birçok yerinde bizzat yaşadığı keşif ve ilhama dair açıklamalarda bulunmaktadır.
Hemen hemen her çevrenin genel kabulüne mazhar olup yaşadığı çağın müceddidi ve muhaddisi olarak kabul edilen Şahveliyyullah ed-Dihlevî, Hüccetullahi’il-Baliğa adlı kitabının girişinde eserini ilahî bir ilham ve Hz. Peygamber’den gelen bir işaret üzere yazdığını belirtir. Daha sonra Mekke’de bulunduğu sıralarda rüyasında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.a) gördüğünü ve onların kendisine bir kalem verip “bu dedemizin kalemidir” dediklerini nakleder:
بينما أنا جالس ذات يوم بعد صلاة العصر متوجها إلي الله إذ ظهرت روح النبي صلي الله عليه وسلم وغشيتني من فوقي بشيئ خُيّل إليّ أنه ثوب أُلقي عليّ ونفث في روعي في تلك الحالة أنه إشارة إلي نوع بيان للدين ووجدت عند ذلك في صدري نورا لم يزل ينفسح كل حين ثم ألهمني ربي بعد زمان مما كتبه عليّ بالقلم العليّ أن أنتهض يوما ما لهذا الأمر الجليّ وأنه أشرقت الأرض بنور ربها وانعكست الأضواء عند مغربها وأن الشريعة المصطفوية أشرقت في هذا الزمان علي أن تبرز في قمص سابغة من البرهان. ثم رأيت الإمامين الحسن والحسين رضي الله عنهما في منام وأنا يومئذ بمكة كأنهما أعطياني قلماً وقالا: هذا قلم جدّنا رسول الله صلي الله عليه وسلم…
Keza el-İnsaf fi Esbâbi’l-İhtilaf adlı eserinin giriş kısmında Cenab-ı Hakkın, ümmet içerisinde meydana gelen ihtilaf sebeplerini ve bu ihtilaflardan hangisinin hak olduğuna dair bir mizanı ve bir ölçüyü kalbine ilka ettiğini belirtir:
إن الله تعالي ألقي في قلبي وقتا من الأوقات ميزانا أعرف به سبب كل اختلاف وقع في الملة المحمدية علي صاحبها الصلوات التسليمات وأعرف به ما هو الحق عند الله وعند رسوله
el-Makâletu’l-Vadîa fi’n-Nasîhati ve’l-Vasiyye adlı Risalesinde Dihlevî, Hz. Peygamber’i (s.a.v) ruhânî olarak müşahede edip ona bazı şeyler sorduğunu nakleder:
سألت النبي صلي الله عليه وسلم سؤالا روحانيا عن الشيعة الذين يدعون حب أهل البيت ويسبون الصحابة رضي الله عنهم أجمعين فألقي إلي بنوع من الكلام الروحاني أن مذهبهم باطل ويعرف بطلانه من كلمة الإمام…
Binaenaleyh Üstad’ın bana yazdırıldı veya bana ilham edildi demesi yeni ve garipsenecek bir durum değildir. Kaldı ki Üstad Risale-i Nur’un tamamının veya genelinin ilham eseri olduğunu iddia etmemektedir. Aksine Risale-i Nur’un genel itibariyle Kur’ânî çıkarımlara dayandığını sadece az bir kısmının ilham olduğunu belirtmektedir: Birinci Şua’da “[Risale-i Nur] umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sunuhat ve istihracat-ı Kur’âniye’dir” değerlendirmesinde bulunmaktadır. Ancak gerek bir kısım Risale-i Nur müntesipleri arasındaki algı, gerekse Risale-i Nur’a mesafeli duranlardaki algı öyle değil. Söz konusu müntesiplerdeki hakim algı, Risale’nin ekseriyetinin ilham eseri olduğu şeklindedir. Bu algı da çoğu kez meşrep haricindekileri tahrike vesile olmaktadır. Halbuki böyle bir bakış ve takdim her şeyden önce Üstad’ın kendi beyanıyla çelişmektedir. Aslında bu kardeşler, Risale-i Nuru yücelttiklerini düşünürken farkına varmadan Risalenin mevkiini tenzil etmiş olmaktadırlar. Her ilim ehli bilir ki istihracat-ı Kur’âniyye, sübjektif bir halet olan ilhamla kıyas edilemeyecek kadar yüce ve kıymetlidir.
Burada ister istemez şöyle bir soru akla gelebilir. İlhamın varlığını kabul, gaybı bilmenin Allah’a mahsus olduğunu bildiren ayetlere aykırılık teşkil etmez mi? El-cevap hayır. Malum olduğu üzere konuya dair Cin süresindeki ayet şöyledir:
عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا
“Gaybı O bilir, gaybını kimseye açmaz; ancak elçi olarak seçtikleri başka. Allah, bu elçilerin her türlü durumlarını ilmiyle kuşattığı ve her şeyin sayısını belirlediği halde, Rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini ortaya çıkarmak için onların önlerinden ve arkalarından gözetleyiciler gönderir.” (Cin-26-28)
Bu ayet-i kerime, genelde birçok kimse tarafından ilham ve keşfin varlığını redd sadedinde kullanılır. Ancak iyice incelendiğinde durumun farklı olduğu görülmektedir. Ayette kesin ve kat’i olan ve sadece Allah’a mahsus olan gaybi bilginin peygamberler hariç kimseye açılmayacağı belirtilmektedir. Peygamberlere açılan bilginin melekler eşliğinde her türlü müdaheleden mahfuz bir şekilde aktarıldığı anlatılmaktadır. Bu, dolaylı olarak diğer insanların zannî ve müdaheleye açık bazı bilgilere mazhar olabilecekleri manasına gelmektedir. Zira her türlü telbisattan ve müdahaleden mahfuz olan kat’î bilginin Allah’a ve Peygamberlere mahsus olması başkalarının daha düşük düzeyde bir bilgiye kavuşma imkânını nefyetmez.
Daha iyi anlaşılsın diye konuyu şöyle bir örnekle açıklayabileceğimizi düşünüyorum: “Sadece X şahsı ve onun öğrencisi Y, Arapçayı yanlışsız ve ileri düzeyde bilmektedir” dediğinizde başkalarının daha düşük düzeyde Arapçayı bilme imkânını nefyetmiş olmuyorsunuz. Aynı şekilde kat’î ve bağlayıcı bilginin peygamberlere mahsus olduğunun belirtilmesi salih kullara kat’î olmayan yani zann ifade eden ilhamı dışlamaz. Nitekim Ebussuûd Efendî mezkur ayetin tefsirinde bunu açıkça ifade ediyor: “Bu ayet, keşifle ilgili kerametleri nefyetmemektedir. Zira keşfin en üst mertebesinin resullere tahsisi, diğer mertebelerin başkalarına hasıl olmamasını gerektirmez. Hiçbir veli peygamberlere mahsus kâmil keşif iddiasında bulunmaz.”
وليس فيه ما يدل علي نفي كرامات الأولياء المتعلقة بالكشف فإن إختصاص الغاية القاصية من مراتب الكشف بالرسل لايستلزم عدم حصول مرتبة ما من تلك المراتب لغيرهم أصلا ولايدعي أحد لأحد من الأولياء ما في رتبة الرسل عليهم السلام من الكشف الكامل الحاصل بالوحي الصريح وقوله تعالي: فإنه يسلك من يديه ومن خلفه رصدا تحقيق وتقرير للإظهار المستفاد من الإستثناء وبيان لكيفيته أي فإنه يسلك من جميع جوانب الرسول صلي الله عليه وسلم عند إظهاره علي غيبه حرسا من الملائكة يحرسونه من تعرض الشياطين لما أظهره عليه من الغيوب المتعلقة برسالته
Lokman süresinde zikredilen beş ğaybî hususun bilgisini de aynı şekilde anlamak lazım:
إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Kıyamet saati hakkındaki bilgi yalnız Allah’ın katındadır; O, yağmuru yağdırmakta; rahimlerdekini bilmektedir. Hiç kimse yarın ne yapacağını bilemez; hiç kimse nerede öleceğini bilemez, ama Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Lokman 34). Malumunuz bazı hadislerde ayette geçen mezkûr beş hususun bilgisinin Allah’a mahsus olduğu belirtilmektedir. Ulema, söz konusu bilgilerin Allah’a mahsus olmasını, onlarla ilgili kat’î bilginin Allah’a mahsus olması şeklinde anlamıştır.
Örnek olarak ayette geçen “Hiç kimse yarın ne yapacağını bilemez” ifadesini ele alalım. Eskiden beri insanlar yarınlarıyla ilgili planlar yapagelmiş ve bunu başkalarıyla paylaşmışlardır. Peki bu fiili duruma rağmen Kur’ân neden “Hiç kimse yarın ne yapacağını bilemez” demektedir. Kanaatimizce buradaki “bilemezden” kasıt “kat’î ve detaylı bir şekilde bilemez” manasındadır. Yoksa ayette anlatılan hususlarla ilgili olarak zannî bilgi edinilebilir ve birtakım tahminler yapılabilir. Bunun ise ayete muhalif bir yanı bulunmamaktadır.
Burada yeri gelmişken en az ilhamın varlığını kabul kadar, hatta ondan daha önemli başka bir hususa değinmek gerekir. O da ilhamın hüccet değeridir. İlham vardır ancak ilham Kur’ân, Sünnet, icma ve içtihat gibi bağlayıcı şer’î bir delil değildir. Bir kimse ilhama dayanarak bir suçun failini tespit edemez. Şer’î bir hükmü belirleyemez. Bir bakıma ilhamı rüyaya benzetebiliriz. Rüyanın sadık ve gayr-i sadık kısımları olduğu gibi ilhamın da doğrusu ve yanlışı olabilir. Zaten velilerin mazhar olduğu ilhamla peygamberlere gelen vahiy arasındaki fark da burada ortaya çıkar. Peygamberlere gelen vahiy ilahî koruma altında olup kesinlik ve bağlayıcılık taşırken velinin mazhar olduğu ilham zannî olup bağlayıcılık taşımaz. Bu husus, aynı zamanda Ehl-i Sünnet ile Şia’nın ayrıldığı en temel noktalardan birini teşkil etmektedir. Ehl-i Sünnet’e göre peygamberler hariç hiç kimsenin mazhar olduğu ilham ve bildirim kat’î ve bağlayıcı değilken Şia’ya göre imamların ilham ve bildirimi Peygamberlerde olduğu gibi kat’î ve bağlayıcıdır. Bu ise nübüvvetin, yani Allah’tan gelen kesin ve bağlayıcı bilginin Hz. Peygamber’le nihayete erdiğine başka bir ifadeyle hatemiyyet akidesine aykırıdır. Hz. Peygamber’den sonra bir kimsenin Allah’tan kat’î ve bağlayıcı bilgi aldığına inanmak, açıkça ifade edilmese de nübüvvetin Peygamber’le nihayete ermediği ve o kimsenin şahsında devam ettiği manasına gelmektedir. Nitekim Üstadın kendisi de velilerin mazhar olduğu ilham ile nebevî vahyin mahiyetçe farklı olduğunu ifade etmektedir. Ayetü’l-Kübrâ’da nebevî vahyin safi, gölgesiz ve peygamberlere mahsus olmasına karşın ilhamın ise gölgeli ve karışıklığa maruz bir yapıda olduğunu belirtmektedir.
Tarih boyunca alimlerimizin meseleye bakışı bu minvalde olmuştur. Mesela Ehl-i Sünnetin ilmi müesseselerinde başucu kaynağı olarak okutulan Şerhu’l-Akaid’de Taftazani kat’î ve bağlayıcı bilgi kaynaklarının (esbabu’l-ilm); akıl, his ve haber-i resul ile sınırlı olduğunu belirttikten sonra şu açıklamada bulunmaktadır:
والإلهام المفسّر بإلقاء معنى في القلب بطريق الفيض ليس من أسباب المعرفة بصحّة الشيء عند أهل الحقّ
Yani “feyiz yoluyla kalbe ilka edilen mana şeklinde tarif edilen ilham, Ehl-i Hakk nezdinde bir şeyin sıhhatını bilme yollarından biri değildir.”
Gerek usuluddin gerekse usulu’l-hadis kitaplarında falan şey “ilim” ifade ediyor veya etmiyor derken mutlak ilim ve bilgi değil, “kat’î ilim” ve “kesin bilgi” kastedilmektedir. Kesin bilgi ifade eden unsurlar üçle sınırlıdır.
Ehli Sünnet ulemasının genel bakışı budur. Bazı kaynaklar, mutasavvıflardan bir kesimin ilhamı hüccet olarak gördüklerini nakletmektedir. Ancak söz konusu mutasavvıfların ifadeleri iyice irdelendiğinde onların, ilhamı sadece ilham sahibi için hüccet olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Muhakkik mutasavvıflar ilhamın şer’î bir delil olmadığını açıkça belirtmektedirler. Mesela İmam Rabbani Mektubat’ta ilhamın helali haram, haramı da helal yapamayacağını, şeriatın zahiriyle batını arasında bir muhalefetin olamayacağını belirtir. Hatta bu konuda büyük sufilerden İmam Şaranî, Haddu’l-hüsam fi unuki men atleke icabe’l-amel bi’l-ilhâm isimli bir kitap yazmış ve ilhamı bağlayıcı bir hüccet olarak görenleri eleştirmiştir.
İslam Tarihinde konuya ışık tutan yaşanmış güzel örnekler vardır. Rivayete göre adamın biri Ramazan ayı arefesinde Endülüslü büyük fakih Kadı İyaz’a gelip dün gece Hz. Peygamber’i rüyada gördüğünü ve Peygamberin kendisine yarın oruç tutmaları gerektiğini söylediğini nakleder. Kadı Iyaz’ın cevabı şöyle olur: Senin rüyada gördüğün Peygamberi ashab-ı kiram hayatta gördü. Ve şöyle dediğini naklettiler: “Hilali görünce oruca başlayınız, hilali görünce bayram ediniz.”
İmam Rabbani 273. Mektupta müridlerinden Mirza Hüsameddin Ahmed’e hitaben bazı dostların Hz. Peygamberi ruhanî vakıalarda gördüklerini ve buna göre Hz. Peygamber’in mevlit okuma işinden razı olduklarını naklettiklerini söyler. İmam Rabbanî yazdığı cevapta bu konularda rüya ve ruhani vakıalara itibar edilemeyeceğini belirtir. Rüyada ve vakıada görülen suret Hz. Peygambere ait olsa bile rüya ve vakıalardaki söz ve telakkinin zat-ı nebeviyeye aidiyetinin garantisi yoktur. Saniyen rüya ve vakıanın hakikatı ve tabiri görünen zahirden farklı olabilir. Bütün bu ihtimallerden dolayı şer’î hükümlerin tespitinde rüya ve benzeri hallere dayanılamaz açıklamasında bulunmaktadır.
272. mektupta ise şöyle demektedir: “Kıyâs ve ictihâd, uymakla mükellef olduğumuz şer’î delillerdendir. Evliyânın keşif ve ilhâmları ise böyle değildir. Bunlara uymakla mükellef değiliz. İlhâm, başkasını bağlamaz ancak içtihad mukallidi bağlar. Bundan dolayı müçtehitlere tabi olup sufilerin ulemaya muhalif görüşlerini taklid etmemek gerekir. Bununla beraber hüsnü zanda bulunup onlara dil uzatmamalı, aykırı söylemlerini şatahata yorup tevil etmeli.”
217. Mektubta şunları kaydeder: “Tasavvuf yolunda bulunanların vecd ve hâlleri, keşf ve ilhâmları şer’î ölçüye vurup tartmadıkça yarım arpa bile etmez. Keşif ve ilham, Kur’ân ve Sünnet ölçüsüyle tartılmadıkça kabûl edilemez.”
Hasılı, sadık rüya veya ilham şer’î ölçülere arz edilmelidir. Şer’î ölçülere muvafık olan ilham makbuldür. Onun gereğiyle amel edilebilir. Ancak bu amel rüyaya değil rüyanın muvafık olduğu delile dayandırılır.
Bu konuda ulemanın ileri sürdüğü ölçüler ileri sürülmez ve hassasiyet gösterilmezse ilhamın istismarına kapı aralanmış olur. Keşif ve ilham iddiasıyla ortaya çıkanların ardı arkası kesilmez ve kişi sayısınca dini anlayışın ortaya çıkmasına zemin hazırlanmış olur.
Peki ilham, keşif ve sadık rüya katiyet ve bağlayıcılık taşımıyorsa ne değeri var denebilir?
Gerek şer’î ölçülere muvafık olan ilham ve keşif gerekse sadık rüya hüccet olmamakla birlikte son derece kıymetli hallerdir. Yukarıda aktardığımız hadis-i şerifte belirtildiği üzere ilham, ümmetlerin seçkin fertlerinin mazhar olduğu bir nimettir. Rüya-yı saliha, bazı hadislerde nübüvvetin tereşşühatından bir parça diğer bazı hadislerde ise uyarıcı ve müjdeleyici bir olay olarak nitelendirilmiştir. Mesela gıybet eden bir mümin rüyasında çiğ et yediğini gördüğünde ikaz edildiğini daha iyi hissedip kendisine çeki düzen vermeye çalışır. Allah’ın hoşnud olduğu bir işi yapan bir kimse yaptığı salih amelin mükafatını müjdeleyen bir rüya gördüğünde iyilik noktasında daha yüksek bir motivasyonla işlerine devam eder. Netice itibariyle gerek ilham gerekse rüya ve keşfe mazhar olan bir müminde ilahi mürakebe şuuru tahrik olur ve bu durum onu daha bir müteyakkız davranmaya sevkeder.
Zannî olup bağlayıcılık taşımasa da şer’î ölçülere muvafık olan ilham bir lütuf ve inayetin nişanesidir. İlham neticesi olan eserlerin/kitapların insan vicdanı üzerinde özel etkisi vardır. Bundan dolayı İmam Gazzâlî, Şeyh Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ve Bediüzzaman gibilerinin yazdıkları, insanların duygu ve düşünce dünyalarında derin etkiler bırakmaktadır.
Toparlayarak söylemek gerekirse “bana yazdırıldı” demek, bana ilham olundu demek olup hiçbir mahzur taşımamaktadır.
(Not: Metin Yiğit’in bu röportajı, cevaplar.org sitesinde şu başlıkla, ‘Üstad Bediüzzaman Etrafında 12 Soru-Cevap’ yayımlandı.)
devamı var..