YİTİK CENNET
Hz. Âdem (as)
Yitik Cennet kitabı, modern dünyaya bir meydan okumadır, kanaatim bu yöndedir. Modern eğitim kurumlarında yıllarca çarpık bir şekilde öğretilmeye çalışılan tarih algısı, bu kitapta yıkılmaktadır. Burada çok iddialı bir şey söyleyeceğim; Üstad Sezai Karakoç’u okumadan modern dünyayla bihakkın hesaplaşmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. Cemil Meriç, Balzac rehberliğinde batı düşüncesi okumaları yaptığını söylüyor. Burada rehbere teslim oluş yok, yanlş anlaşılmasın. Bilimler nasıl birikerek ilerliyorsa, insanlar da karşılaştıkları insan-kitap vs. aldıkları şeyleri biriktire biriktire ilerliyorlar, gelişiyorlar.
Karakoç, okulun/modern eğitim kurumlarının dayattığı mantıkla bir okuma yapmıyor. Okulun dayattığına meydan okuyor. Bu meydan okuma tabi ki müsbet bir meydan okumadır. Bu anlamda Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) da müsbet bir meydan okumadır. Ruhsuz eğitim kurumlarına rağmen RUHLA eğitim yapılabilmenin olağanüstü bir imkanının, yine; modern eğitim sisteminden de faydalanarak, -bu bir çelişki değil, aksine MÜSBET İNŞA VE İHYA etmenin aynı zamanda bir yöntemidir.- “şikayet etme, bir hikaye inşa et” düşüncesinin de hayat bulmasıdır.
Yitirilmiş bir cennetin varlığından haberdar olmadan hiçbir arayışımızı hakiki anlamda gerçekleştiremeyiz. Neyi yitirdik, nasıl yitirdik, yitirdiğimiz cennetin kurucuları kimler ve bu kurucuları önemli kılan özellikleri neler gibi sorular.. bizi ilmin hocası meraka, merakımız da gayrete, gayretimiz samimiyetle birleşince hakikate götürecektir inşallah.
Müslüman’ın tarihi okumasının başlangıç noktası Antin Yunan değildir, olamaz da. Antik Yunan tarihi vardır, bu ayrı bir mesele. Ancak tarihin başlangıcı tabi ki Hz. Âdem (as) dan başlatılır. Her şeyimizi belirleyen ölçü dinimiz İslâm’dır. Karakoç’ta entelektüel bir üslupla tevhid-nübüvvet merkezli tarihi okumalar yapmıştır. Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle çağdaş türkçeyi müslümalaştıran ender yazarlardandır. Bu muazzam bir olay, sıradan bir şey değil.
Yitik Cennet kitabında dokuz peygamber üzerinden İslâm Medeniyetinin nasıl kurulduğunun, tarihi detaylarda kaybolmadan öz ve derin bir şekilde ifade edildiğini görüyoruz. Her bir peygamberin bir şeye karşılık geldiğini ve günümüzdeki medeniyet krizini de geçmişteki bu diri tecrübelerden faydalanılarak aşılabileceğinin inancı ve yolunu görmek mümkün. Aslında Yitik Cennet, güneşin su üzerinde ki bir yansımasıdır. Güneşin kendisi, yani Yitik Cennet, Üstad Sezai Karakoçtur. Karakoç, yitirilmiş cenneti bulmuş ve kendisinde diriltmiştir. Metnin ruhu bize bunu da söylüyor; Sezai Karakoç, İslâm Medeniyetinin mücessem halidir.
Şeytan olmadan insandan bahsetmek mümkün değil. Her şey zıddıyla bilinir. Şeytan, ilk insan olan Âdem (as) babamızdan kendini üstün gördü, kibrine yenik düştü ve kıyamete kadar kendisine mühlet verildi. İnsanın içinde hem iyiliğe hem de kötülüğe kulak verme durumu var, bunu Âdem (as) babamız ve Havva annemizde görüyoruz. Ancak şeytana kulak vermenin kesin bir son olmadığını ve samimi tövbeyle arınmanın mümkün olduğunu da biliyoruz. Aynı bunun gibi, Karakoç’un ifadesiyle: “Şeytansız insan (Âdem) düşünülemediği gibi (düşünülürse o insandan ne eser kalır) başka uygarlıkların soluğuyla karşılaşmayan bir uygarlık da düşünülemez. Güçlü uygarlığın, Âdem’in şeytanla karşılaşması, yenilir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi, başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaşmalar yapması gereklidir.” (s. 9-10).
Düşüş bir nimettir. Düşmek için çaba göstermez müslüman, ancak düşmenin mahiyetini kavramak için güçlü bir cehd içerisine girer. Çünkü düşüş, ilahi bir mektuptur. Mektubu doğru okuyan, idrak eden ve ona göre kendine çeki düzen veren, düştüğü yerden kalkar ve önceki yerinden daha yüce bir yere çıkartılır. Düşmeyi gerçek bir düşüş olarak görüp öylece kalakalmak düşülen yerde DÜŞÜNEN insana yaraşmaz. Üstad ne güzel ifade etmiş: “Ah! Düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan! Senin, yücelerin serinliğinden, arılığından ne haberin vardır? Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der? Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin? Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun? Sessiz ve dilsiz duran mezartaşı! Kitabendeki çigiler, iniş ve çıkışı derinleştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın?” (s. 10).
Düşmeyen medeniyet yoktur. Düşüş, yeni dirilmelere bir vesile olarak görülmelidir. Medeniyetin köklerinden beslenilerek yeniden ve daha sağlam bir şekilde ayağa kalkmanın yollarını bulmak gerekir. “Ölümün ve mezarın anlamı da bu değil mi acaba? Bir düşüşten sonra bir yüceliş gelmesi için hayata ve insana yüklenmiş bir çile saati.” (s. 12).
Yılansız olmaz. Yılanlar her zaman vardır. İnsanların ve medeniyetlerin yok olması için zehirlerini kullanırlar. Ancak yılanın zehiri varsa ona karşı duracak diriliş erlerinin de panzehiri vardır. Yılanları da hakikat medeniyeti yeşertme de bir araç olarak kullanmak mümkündür. “Ne iyi ki yılanların da zaafları vardır; yılanları istenilen yöne çevirip dans ettirmek içn ruhun musikişinaslarının sökün edip gelmesi gerekli. Yılanlar da büyük musiki içinde erir. Uygarlığın büyük armonisine çarpıla çarpıla, döne döne gözlerden kaybolurlar. Uygarlığın güçlü seslerine ihtiyaç vardır; ihaneti bile dağıtır, toz dumana çevirir seslerine.” (s. 14).
Havva annemiz, kadının ne olduğunun en güzel şekilde ifadesidir. Kadın ve erkek olmazsa olmaz bir elmanın iki yarısı misali. İnsanlığın günümüze gelmesine vesile olan, bizlerin HAYAT bulmasına vesile kılınmış bir varlık anne/kadın/Havva. Dolayısıyla Havva annemiz yine Üstadın ifadesiyle: “Havva Âdem’e bir çıkmadır, bir dipnotu. Ama öyle bir çıkma ve dipnotu ki, asıl metnin anlaşılması için kaydı gerekli.” (s. 15). Her şey ama her şey anlamını ancak ve ancak Mutlak Varlığa olan iman nazarıyla bakılınca yerli yerine oturuyor.
İlk çift olan anne ve babamızın yaşadığı tecrübeyi medeniyetler de yaşar: “Medeniyetler de böyle bir saf ve mâsum çocukluk ve Cennet hayatını yaşarlar sonra bir nevi dişilerini doğrurular, sonra onunla olan diyaloğdan dışa açılış, öbür medeniyetlerle boy ölçüşme başlar. Bu öylesine çetin bir varoluş sınavıdır ki, bunu başaramayan medeniyetler kaçınılmaz düşüşe uğrarlar, tarihin dehlizine, bodrumuna gömülürler, ama bu imtihandan başarıyla çıkıp kendi olgunuğunu bütünleyenler, tekrar Cenneti bulmuşcasına kurtuluşa ererler. Aşağıların aşağısından yücelerin yücesine yükselirler yeniden. Âdem ve Havva’nın hayatarında bir kader olarak yaşanan, her insanın ve her toplum ve medeniyetin ömürlerinde de tekrarlanan bir şema olur. Hilkatte olan, âdeta, bir sembol olarak tarihin başlangıcında durmakta ve ona maya ve öz olmaktadır.” (s. 18).
Görüldüğü üzere, meeniyetimizin yeniden ayağa kalkması için tarih, doğru bir nazarla okunup yorumlanıyor Karakoç tarafından. Bu okuma maalesef modern eğitim kurumlarımız da yok. Muazzam bir değerlendir me daha: “Günah duygusu bu özgürlükten doğmakta. Özgürlük bir risk getiriyor ama oluşu da gerçeğin ateşten imtihanına sokuyor. Âdem’in Havva ile birlikte ve yine Havva önünde özgür olması gibi medeniyetin özü olan din düşüncesi de ilkin edebiyat ve sanatla kendi öz çevresinde kendi cevherinden bir çerçeve, bir kabuk bağlayacktır. İşte bu çerçeveyi kırmadan çerçeveyi aşmak, kabuğu zedelemeden dışarıya neşvünemasını duyurmaktır gerçek gelişim ve ilerleyiş.” (s. 19).
Yasak yemiş – buğday, dünya lambasının yanması için gerekli bir düğme işlevi gördü. “Buğday, mutluluk içinde mutsuzluk gibi duruyordu. Sükûnet içinde ihtilâl tohumu gibi. Aslında bir dürtüydü. Rüyanın tam ortasında gerçeğe çağıran bir dürtü. Gerçek, şüphesiz rüyanın zıddı demek değildi. Ama, rüyadan ibaret de değildi. Bir de rüyanın ötesi vardı. Arka yüzü, görünmeyen yüzü vardı. Âdem düşten uyanınca veya uyandırılınca, düşle birlikte, daha doğrusu, düşün ötesini ve düşün karşıtını da yaşayaca, böylece yaşantısı tam olacaktı. Tanrı halifeliği yaşantısı olacaktı hayatı.” (s. 22). Buğday aslında düş misali medeniyetlerin gerçekle karşılaşması ve ciddi bir varoluş savaşına girmesinin sembolü olarak ortaya çıkıyor.
Toprak, insanın yaradılış malzemesi. İnsanın hayatını devam etmesi için geekli her şeyin yetiştiği unsur. İnsanın üzerinde yaşadığı yer, toprak. Toprak, sürekli yenilenmenin ve sürekli taze kalmanın adresi. İnsana bu anlamda mesajı vardır toprağın; neye maruz kalırsan kal yenilen ve diri tut kendini. Ve ihtar eder: “insan bu yenilenmeyi doğru yoldan yapmazsa yaradılış onu zıt yoldan yapar.” (s. 24). Ve insanın topraktan isteğimi: “Evet, ey toprak, en alçakgönüllü tohum gibi, bir tohum olarak, ilâhi sırrın tohumu olarak, hor ve hakir savrularak Âdem sana geldi. Sen onu sakın zayi etme. Biz sana geldik ey toprak, ey ana kucağı sen bizi sakın zayi etmeyesin. Allah’ın hazinesini açılacağı güne kadar saklamasını bil ey toprak.” (s. 25).
Medeniyetler, kendi oluşum süreçlerini tecrübesinde kültür ve iman oluşumları sürecinde kimi zaman doğal düşmeler yaşarlar. Düşmeler esnasında düşündükleri şey, kendi özleri, ait oldukları yer, cennet ve dolayısıyla bunalım çağlarını kritik etme ve buradan yeniden ayağa kalkma da ki dayanak noktası, güçlü birikimlerdir.
Özleyiş güzeldir. Çünkü özlemek, insana asıl vatanı tahattur ettirir. Asıl yeri bilen olduğu yern sürgün olduğunu bilir. Ve bildiğini yaşayan sürgünden alması gereken şeyi, cenneti alır. Ve cenneten daha üstün bir şeye böylece vasıl olur: Onun cemali. Özleyiş bütün peygamberlerin çilesidir. Çile olmadan olmaz. Kolay olanın kıymeti olmaz. Çilesiz elde edilen nimet, elde edene de fayda vermez. Ekmek ekmek oluncaya kadar ne badireler atlatır da öyle ekmek olur. İnsan, öyle kolay İNSAN olacağını mı zannediyor? Peygamberler, çile çekmeden mi peygamber oldular? Çilesiz olmaz. İmtihan edilmeden olmaz.
Batan uygarlıklarda kendi diri dönemlerini özlerler. Bu özleyiş aynı zamanda bir kamçıdır.
“Batan uygarlıklarda da, bu iç özleyiş, rönesanslarla kendini duyurur. Bir rönesans isteği, arzusu ruhları sardı mı, artık hiçbir engel o uygarlığın geri gelişini önleyemez. Diriliş başlayınca ölüm seyirci kalır. Eşya kurallarının tomarı dürülür.”
Özlediğimiz şey, ‘yitik cennet’ aslında kendi içimizde. Kendimizde onu ne kadar inşa edebilirsek, ne kadar diriltebilirsek o kadar katkı sağlamış olacağız, hakikat medeniyetinin dirilişine.
Varış insan içindir. Varan insandır bu imtihan dünyasında. Varmak idrak edebilenin anlayacağı bir iştir. Hayvana ne gerek varmak..! Varmanın kime ve nasıl olacağını gösterenler ise, hakiki öncüler, peygamberlerdir. Hz. Âdem (as), dünyada düşüşün sırlı dünyasına dalmış ve buradan sırra erip asıl makamına, peygamberliğe erişmişti. Dünyadaydı o, ancak bizim yaşadığımız dünya değildi bu. Dünyadayken ahireti yaşayan dünyaydı onun dünyası. Sürgünün hikmetini kavramının henüz dünyadeyken dahi ödülünü almıştı Hz. Âdem (as). Bize düşmenin asla ama asla yeise girmemek olduğunu, düşüşünün hikmetini kavrayarak gösteriyordu. Bu ne güzel bir rehberlikti. Bu ne güzel bir kandildi. Bizde bir kandil olabilir miydik en azından küçücük bir kandil? Evet diyor Karakoç: “Ey ruhum, sen de kendi Âdem’in olabilirsin. Ölüm gelmeden önce ölümü aşabilirsin. Sen de ölümn ötesini ufuklardan, sabah vaktinden, seherlerden, gece çilelerinden sorabilirsin, o değişmez mevsimin çiçeklerini, dizlerin kan içinde kalsa da inancın yüksek dağ doruklarından toplayabilirsin.” (s. 31-32)