Bu hayatta her şeyin bir hikayesi var. Hikayesi olmayan hiçbir şey yok. Adımızın mesela bir hikayesi var. Babamız, annemiz, amcamız vs. birileri bir hikayeden dolayı adımızı koymuş. Bu yazının da bir hikayesi var. Çok sade ama derinlikli bir hikaye… Muğla MTO Temsilcimiz Bilal Gürçay kardeşimiz, sonbahar mevsimiyle düşen yapraklardan esinlenerek tefekkür boyutu çok güçlü, akıcı bir yazı kaleme aldı. Bu hikayeyi en özlü bir şekilde anlatan ise, kenarda paylaşılan fotoğraf… Buyurunuz efendim…

***

Gelen günü nasıl karşılıyoruz diye sordunuz mu sıcacık yatağınızdan kalkmaya azmedip bir yerlere yetişmenin telaşı içerisindeyken. Evet, bir telaş var ama sebebini henüz kimsenin anladığını düşünmüyorum. Neyin telaşı olabilir ki her sabahı bir sitemle adeta uyanmamak pahasına yaşamayı göz ardı edercesine unutturan bizi kendimize yabancılaştıran bu heyula?

İnsanlığın sonbaharı denilebilir mi? Mevsimler geçiyor kimse farkına varmadan. Bir yaprak düşüyor. Bir çocuk ölüyor. Güneş her sabah aynı ritimle doğuyor. İnsan ölüme susamış bir şekilde yaşamayı öldürüyor. Umurunda da değil kimsenin. Her güne yaşamayı öldürmek parolasına sarılıp paranoyak kişiliğe bürünmüş ruhlar tarafından istila edilmiş hayatlarımız. Yaşamak bir tıkırtı değil artık! Yaşamak, bir uğultu oldu kimsenin duymak istemediği.            Kaybolup gitmekte kalabalıklar arasında iyice kısılan sesimiz. Bezgin, yorgun, sitem dolu sözlerimiz. Konuşurken anlamsızlığın dehlizine saplanıp kalıyor anlattıklarımız. Çünkü anlamaktan ziyade anlaşılmak istiyoruz. Bir kısır döngünün yoğurduğu insan kalabalıklarıyız. Ve kimseye de ulaşmıyor sesimiz. Kendi sesine yabancı, içine eğilip kulak kabartmayan biri nasıl başkasına duyursun sesini. Beyhude efendim beyhude telaşlarımız. Yaşamayı öldürmeye dönük tüm çabalarımız. Soluktur yüzlerimiz ve kaybolmuştur benliğimiz, içimiz ve içtenliğimiz hülasa yaşamak için mahrum kalmış kalbimiz. Mahrumiyetin mahkûmiyetine tabi kılındı ruhlarımız. Tebessümün tecessümünü arıyor, donuk yüzlerin sefih bakışları arasında kala kalmış ruhumuz.

Ruhumuz teskin arıyor. Telaşını güttüğümüz o şeylerin hiçbiri söyletmiyor yaşamak şarkısını. Neden intihar etmek istemiyorsun sorusuna muhatap olursak bir gün acaba kıymete değer bir cevabı taşıyor mu sırrını kaybetmenin mahcubiyetine uğramış kalplerimiz. Yaşamak mı bizleri öldürüyor, yoksa bizler mi yaşamayı?

Göğün maviliğini, çocukların kalbini ve yerin derinliğini tahayyül etmenin ıraklığının getirdiği esareti içerisinde ruhumuz. Uzaklaştıkça masumiyetimizden, sığlığın, sefaletin ve hezeyanların pençesi indi üzerimize. Şöyle bir geçmişe çocukluğumuzun bahçesine dönüp de bir baksak. Orada hiçbir telaşın o munis temaşayı engellemediğinin farkına varabilir miyiz? Çocukluk, insanın masumiyet evresinin kemâlidir. İçimizde o çocuğu taşırız bir ömür boyu. Yaşamak, içimizdeki o masum, samimi, saf, heyecanlı, kâşif ve biraz da muzır çocuktur. Biz onu zalimane ve amiyane bir şekilde öldürdük. Merhametin nasipsizliği çöreklendi ruhlarımıza. Karabasan gibi çöküverdi üstümüze sonra ıstıraplar. Yaşamayı unutmanın zerk ettiği ıstırapları, ruhumuzdan sevk etmeye nereden başlanabilir?

Yaşamak, hem cehennemi hem de cenneti mezcetmektir yüreğinde. Yeryüzünde yaşayıp gökyüzünde kaybolmaktır. Fezaya dalıp, ummandan dönmektir. İçinde bir dünyanın dışında bir rüyanın sırrına muhatap olmaktır yaşamak…

Share:

administrator

1988'de Bingöl'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamladı. Çankırı'da Uluslararası İlişkiler Bölümünü okudu (2009-13). İstanbul Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansını tamamladı (2014-16). İstanbul Ticaret Üniversitesinde aynı bölümde başladığı doktora programını yeterlilik sınavına girdikten sonra bıraktı. Ticaret ve ziraat'le iştigal etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Oku-mak için OKULLU olmaya gerek olmadığına inanmaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir