“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. ”O’nun peygamberleri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler. Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları da aleyhinedir. “Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” Bakara Sûresi 285-6


İnsanlar zor zamanlarda genelde suçlu arar ya da düşmana lanet okur. Suçluyu ararken gözler hep başkaları üzerinde dolaşır. Bir türlü iç bünyede nelerin eksik olduğu hatıra gelmez ya da getirilmez. Böylece var olan enerji ve imkanlar, dahilî tartışma ve sataşmalarla heba olup gider. Oysa Kur’an, bırakın müminin müminle uğraşıp kin gütmesini düşmana intikamı bile gereğinden fazla gündeme almamayı işaret etmektedir. Kur’an’ın -zor şartalar altında bile olsalar- gerçek müminlere layık gördüğü şey “yüce ideallerden gözlerini ayırmamaları, arzu ve tutumlarını yanlış yollara kanalize etmekten kaçınmak”tır. Esas gündemi, başkalarının zulmü ve kötülüğü olanlar düşmanı çürütüp kötülüğünü ortaya koyabilirler. Ancak bu durum, onların kendisi ve sahip olduğu değerler adına bir şey ortaya koyduğu anlamına gelmez. Hatta kişiyi başkasına bağlı ve bağımlı hale getirir. Mesainin önemli bir bölümü zalime ve zulme nefretle geçer ve müsbet manada bir şey yapılmaz.


Bilindiği üzere Hz. Peygamber ve beraberindeki müminler, Mekke döneminin sonlarına doğru çok ağır şartlarda yaşamak zorunda kalmışlardı. O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma çok şiddetli idi ve müminlere yapılan işkenceler son raddeye ulaşmıştı. Bütün Arabistan’da bir müminin huzur içinde yaşayabileceği bir yer yoktu. İşte bu şartlarda Bakara Sûresinin son iki ayeti indi. Bu ayetler bir yandan Peygamber ve beraberindekilere teselli veriyor öte yandan gerçek bir müminin zorluklarla nasıl başa çıkabileceğini ve sahip olması gereken ahlaki seviyeyi gösteriyordu.

Merhum Ebu’l-Ula el-Mevdudî bu hususu şöyle dile getirmektedir: “Bu dua müslümanlara büyük cesaret verdi ve en çok işkence gördükleri zamanlarda bile huzur içinde olmalarını sağladı. Ayrıca bu dua, onlara arzularını kontrol altında ve bu duada öğretilen sınırlar içinde tutumlarını ve bu arzuları yanlış yollara kanalize etmemelerini de öğretiyordu. Bu nedenle bu duada düşmanlara karşı acımasızlık, intikam gibi dünyevi hiçbir konuya değinilmemektedir. Buna o dönemde acil ihtiyaç vardı, çünkü müslümanlar büyük zorluklar, maddî kayıplarla karşı karşıya kalıyorlar, işkence çekiyorlar ve hem fiziksel, hem de ekonomik baskı altında tutuluyorlardı. Müslümanların bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kritik dönemde bile, ahlâkî yönden nasıl eğitildiklerini göstermektedir. İşte bu, her gerçek müminin ulaşmak için çalışması gereken yüce ahlakî seviyedir.”


Kanaatimce ferdi ve toplumsal sıkıntılarımızda Kur’an’ın işaret ettiği bu inceliği kaçırıyoruz. En büyük sıkıntımız düşmanımız veya maruz kaldığımız zulümler değil. Esas musibet, bizim halimiz ve içinde bulunduğumuz durumdur:
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar vermez.” (Maide, 105)
Bir musibet başınıza gelince “Bu nereden başımıza geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Doğrusu Allah her şeye kadirdir. (Al-i İmran, 165).


Hasıl-ı kelam esas sorun düşmanın güçlü oluşu değil, bizim imani ve ahlaki yönden zayıf oluşumuzdur. Kendi zaaf ve eksikliklerimizi giderdiğimiz gün hem kendimizi hem de düşman olarak gördüğümüz birçok kimsenin kurtuluşuna vesile olacağız inşallah.

Share:

author

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir